DİYABET (ŞEKER HASTALIĞI)

DİYABET (ŞEKER HASTALIĞI)
Saygıdeğer Rehber okuyucuları! Bu ay sizleri, Allah’ın izniyle ve âcizane bilgilerimizle ‘‘Diyabet’’ halk dilinde “Şeker Hastalığı” konusunda bilgilendirmeye çalışacağız.

Diyabet nedir? Vücudumuzda bulunan şeker oranını ayarlamakla görevli pankreasın insülini az ya da hiç salgılamayıp glukagonu çok salgılamasından ortaya çıkan şeker hastalığıdır. Normal şeker oranı ölçümle 70 -115 arasıdır. Bu orantı dışında olanlar, şeker hastalığı risk guruplarındandır.
Diyabetin iki tipi vardır. Kısaca açıklayacak olursak;
A) Tip bir diyabette insülin hiç salgılanmamaktadır. Yani bu hastalar sadece glikoz (şeker) oranı yükselince insülini sadece dışarıdan alabilmektedir.
B) Tip iki diyabette ise insülin az salgılanmaktadır. Bu durumda tip iki diyabetliler daha az insüline ihtiyaç duyarlar.
Abdullah İbnu Mes’ud (r.a) anlattığına göre ‘‘Rasûlullah aleyhisselâtü vesselâm buyurdular ki: “Allah (c.c) hiçbir hastalık indirmedi ki, şifasını da indirmemiş olsun.’’ Evet, Rasûlullah Efendimiz’in (s.a.s) buyurduğu gibi şeker hastalığının da tedavisi vardır; ancak bu hastalığın tedavisinde insanlığın bu gün ulaşabildiği bilgiler tam anlamıyla olmasa da bir tedavi önermekte ve tam olarak şifası yine Allah’ın lutfuyla inşallah ileriki zamanlarda keşfedilecektir.
Peki, günümüz imkânlarında tedavisi nasıl olmaktadır?
Öncelikle doktorun tavsiye ettiği diyete ve ilaçlara (tablet ve insülin) uymakla ve şu kurallara dikkat ederek tedavi sürdürülebilir:
1. Yemek yiyecek durumdaysanız (iştahsızlık, bulantı, kusma gibi şikâyetlerimiz varsa) insülininizi uygulamadan önce doktora başvurun.
2. Günde iki kez insülin yapıyorsanız, enjeksiyonların arası 10-12 saat olmalıdır.
3. Hiperglisemi riski açısından yanınızda beş (5) adet kesme şeker veya bir küçük kutu meyve suyu bulundurun.
4. İnsülin kaleminizi buzdolabına koymanıza gerek yoktur; ama diğer açılmış insülin kartuşlarını buzdolabınızın kapak kısmında saklayınız.
5. Kullandığınız insülin ismini mutlaka öğrenin, sadece doktor tavsiyesi üzerine farklı insülin kullanın.
6. İnsülin dozlarını kendiniz değiştirmeyin ve her gün aynı saatlerde uygulamaya dikkat edin.
7. İğne uçlarını en fazla iki kez kullanın.
8. Her kullanımdan önce insülin kaleminizin havasını iki kez çıkartın.
9. İnsülin yaptıktan sonra ana ve ara öğünlerinizi atlamayın.
10. İnsülinlerinizin son kullanma sürelerine dikkat edin.
11. Son kullanma tarihi geçmiş veya dolmuş insülinleri kullanmayın.
12. Kalem içindeki insülin kartuşunu açtıktan bir ay sonra değiştirin.
13. İlaçlarınızı doktorun önerdiği şekilde kullanın.
14. Aç karnına aldığınız ilaçtan sonra yemeğinizi atlamayın.
15. Kan şekerinizin küçük veya yüksek olması durumunda kendiniz doz değişikliği yapmayın.
16. Başkalarının kullandığı ilaçları almayın. Bu kurallara uyup diyetinize dikkat ettiğiniz sürece Allah’ın izniyle iyileşirsiniz. Şekerle karışık tatlı bir hayat yaşayacaksınız.
Diyet deyince doktorun tavsiye ettiği diyeti uygulamanız size hastalığınız konusunda olumlu sonuçlar verecektir. Örneğin; bir diyet listesi sunacak olursak:
Sabah: 08.00
1. Şekersiz çay
2. Kibrit kutusu kadar beyaz peynir
3. İnce dilim ekmek, domates, salatalık
Kuşluk Vakti: 10.00
1. Üç kepekli bisküvi
Öğle: 12.30
1. Izgara köfte kadar et (tavuk veya balık)
2. Sekiz (8) yemek kaşığı sebze yemeği, yağsız bol salata, ½ kâse yoğurt
3. Bir ince dilim ekmek, bir porsiyon meyve
İkindi: 16.00
1.Üç kepekli bisküvi
Akşam: 19.30
1. Öğle öğününde yenenler tekrarlanır.
Gece: 22.00
1. Bir su bardağı süt
2.Bir porsiyon meyve

Bu diyete, doktorun tavsiye ettiği diyete düzenli şekilde uyarak ve şifalı bitkilerden yararlanarak olumlu sonuçlar elde edebiliriz. Bunun yanı sıra aldığımız besinlerin 1200 kaloriyi geçmemesine dikkat etmeliyiz.
Hipoglisemi ve Hiperglisemi
Hipoglisemi: Özellikle insülin kullanan tip birde hipoglisemi (şeker düşmesi) görülüyor. Hipogliseminin çok uzun sürmesi beyin ölümüne neden olabiliyor.
Hipogliseminin Sebepleri: Gereğinden fazla insülin ve ilaç almak, öğün atlamak veya geciktirmek, ayrıca insülin enjeksiyonu yapılan kolu egzersizde fazla kullanmak.
Hipoglisemin belirtileri: Hastada soğuk terleme, çarpıntı, açlık hissi olur. Eğer hastanın şekerinin yükseltilmesinde acele edilmezse, ileriki dönemde sinirlilik, çarpıntı, konsantrasyon bozukluğu görülür.
Hipoglisemide Yapılması Gerekenler: Hastanın ilk olarak şekeri ölçülmelidir. Kan şekeri 70’in altındaysa şekerli sıvılar almak gerekir. Örneğin; 1 bardak meyve suyu veya 4 adet kesme şekerli su alınabilir. 10 dakika sonra şeker hâla düşükse 4 adet daha almak gerekir. Eğer hâla şekeriniz yükselmediyse en yakın sağlık kuruluşuna gidilmelidir. Şeker aldıktan sonra kan şekeri düzeyiniz 80’in üstündeyse ve ana yemek için öğün zamanı yakınsa hemen yemek yemek gerekir.
Hiperglisemi (şeker oranının yükselmesi): Şeker oranının 115 ten yüksek olması sonucu ortaya çıkar. Kısaca belirtileri: Çok yeme, çok su içme, sık idrar, baş ağrısı, çift görme, ağız kuruluğu gibi…
Hiperglisemi Sebepleri: İnsülin ya da ilaçları düzenli kullanmamak, şeker oranını yükselten fazladan besinler almak, stres, alkol gibi…
Hiperglisemi Tedavisi: Dinlenme, bol su içme, insülin ve ilaç kullanmak gerekir.


AYAK PROBLEMLERİNDEN KORUNMAK İÇİN NE YAPILMALI?

Her akşam ılık su ile yıkamak, parmak aralarını içine alacak şekilde tek kullanılmış kalın kâğıt havlu ile kurulamak, parmak aralarında mantar oluşmasını engeller. Yıkayıp kuruladıktan sonra parmak aralarında nemlendirici krem de sürebilir. Ayak tırnaklarınızı düz olarak ve etiniz önde kalacak şekilde kesmeli, ancak tırnak köşelerini derin kesmemelisiniz. Nasırlar için doktora başvurmalısınız. Çoraplarınızın lastikleri, giyildiğinde iz bırakmayacak sıklıkta ve dikişsiz olmalıdır. Ayağınızı terletmeyen pamuklu çoraplar tercih etmeli, sentetik çoraplar kullanmamalısınız. Çoraplarınızı her gün değiştirmelisiniz. Yeni ayakkabılarınızı ayak şeklinizi alana kadar kısa sürelerle alıştırarak giymeli ve ayakkabınızı çorapsız giymemelisiniz. Bağcıklı ayakkabı giymeniz faydalıdır. Yüksek topuklu, ucu açık dar ayakkabıları tercih etmemelisiniz. Çıplak ayakla dolaşmamalısınız. Ayağınızda en küçük bir yara oluştuğunda bile doktorunuza veya diyabet eğitimcinize başvurmalısınız. Günlük bakımda; muayene, ılık su ve sabun ile yıkama, kurulama, masaj, törpü önlemli noktalardır. Ayak bakımınızda kullandığınız malzemeler sadece size ait olmalıdır. Ayaklarınızı ısıtmak için çok sıcak su ile duş almalısınız. Damarlarınızın harabiyetini hızlandırıcı faktör olan sigarayı bırakmalısınız.


DİYABET TEDAVİSİNDE YENİLİKLER

Amerikan Diyabet Birliği kongresinde yeni bir ilacın piyasaya çıktığını ve Amerikan Gıda ve İlaç Kurumu (FDA)’dan onay aldığını öğrendik. Bu ilaç sayesinde tip iki diyabetlilerin dışarıdan insülin kullanmasına gerek kalmayabilir. İlacın özelliği şu: Normalde bağırsaklarımızın üst kısmında salgılanan ve yemek yediğimizde pankreası uyararak insülin meydana getiren bir hormon var; ama tip ikililerde bu hormon çok yetersiz ya da hiç çalışmıyor. İşte bu yeni ilaç, hormonu uyararak pankreasta insülin üretilmesini sağlıyor.
Orta Amerika’da kullanılmaya başlayan Türkiye’ye henüz gelmemiş olan sprey insülin sayesinde de hastalara dışarıdan insülin enjeksiyonu yapmaktan kurtuluyorlar.

Kök hücre araştırmalarının, tip bir diyabet konusunda ümit verici olduğu izlenmektedir. Vücudumuzdaki kök hücreler, laboratuar ortamında pankreas hücresi oluşturacak şekilde işleme tabi tutulur. Daha sonra pankreasa aktarılan bu hücreler insülin üretirler. Farelerde üretilmesi sağlanan insülin henüz insanlarda yeterli araştırması yapılmadı. En erken beş yıl sonra yapılacağı tahmin edilmektedir.


ŞEKER ÖLÇÜMÜ YAPAN CİHAZLARDA YENİLİKLER

Son üç yıldır Türkiye’de kullanılan sürekli kan şekeri izleme sistemi (CGMS) adı verilen bir cihaz vardır. Bu cihaz, cilt altına yerleştirilerek günde 280 ölçüm yapabiliyor. Bu sayede hastalar parmaklarından günde birkaç kez ölçüm yapmaktan kurtuluyorlar.


ŞEKER HASTALIĞI TEDAVİSİNDE ETKİLİ OLAN ŞİFALI BİTKİLER

Yapılan araştırmalar; adaçayı yaprağının, nar ekşisinin, hububatın (kahverengi pirinç, kepekli ekmek gibi) ve buna benzer birçok şifalı bitkilerin Şeker Hastalığı’nı iyileştirmede katkısı olduğunu ortaya çıkarmıştır.
Sözün özü; ‘‘Midenin 1/3’ünü yemek, 1/3’ünü su, 1/3’ünü de hava ile doldurarak sofradan kalkmak daha uygundur.’’ nebevî tavsiyesine ve ümmetine çok düşkün olan merhamet membaı Rasûlullah Efendimizin sünnetine tabi olarak, yukarıda belirttiğimiz önerileri de uygulayarak Allah’ın izniyle şekerle barışık tatlı bir hayat yaşayabilirsiniz.
Ayrıca, faydalanacağınızı düşündüğümüz, www.diyabetim.com internet adresinden ve tip iki diyabetlilerin faydalanacağı ücretsiz 0800 211 71 13 numaralı telefon hattından hastalığınız hakkında bilgi edinebilirsiniz.


h
Telefonlar
0326 413 01 77
0542 215 54 72
0555 347 62 53
05326318679
E-mail Adresleri
iletisim@kevserlokmanhekim.com
herbalist@kevserlokmanhekim.com
Lokman Hekim Kimdir?
Hadis ve Ayetlerle Peygamberimizden Şifa Hakkında Açıklamalar
Tıbbi Nevevi den Hastalıklar Hakkında Hadis ve Ayetler
Allah cc Hastalıkları Hangi Yaratık Vasıtasıyla Canlılara Vermiştir ve Şifası
Bünye Farklılıkları ve İlaçların Tesiri
Hastalıklar ve Tedavi Şekilleri
Dr.Ali Nami Görüşü ile Tebrizi Açıklaması
Sağlıklı Yaşamak İçin Ayet-i Kerime,Hadis-i Şerif ve Allah Dostlarının Tavsiyeleri
Tedavi Edilebilen Bazı Hastalıklar..
Amerikalı Kanser Uzmanlarının Kanser İçin Tavsiyeleri
Tedavi Edilebilen Bazı Hastalıklar
1 Kanser Türleri(Tıkla)
2 Astım, Bronşit (Tıkla)
3 Prostat (Tıkla)
4 Hepatit (Tıkla)
5 Kısırlık (Tıkla)
6 İltihaplı Romatizma (Tıkla)
7 Migren (Tıkla)
8 Sara Epilepsi (Tıkla)
9 Mide Ülseri (Tıkla)
10 Kemik Zarı İltihabı (Tıkla)
11 Böbrek ve Safra Taşı (Tıkla)
12 Bel ve Boyun Fıtığı (Tıkla)
13 Depresyon (Tıkla)
14 Şeker, Diyabet (Tıkla)
15 Sedef (Tıkla)
16 Kolestural (Tıkla)
17 Miyom (Tıkla)
18 Kilo Alma (Tıkla)
19 Mantar(Tıkla)
20 Monepoz (Tıkla)
21 Sinüzit (Tıkla)
22 Kas Erimesi(Tıkla)
23 Zayıflama (Tıkla)
24 Guatrı (Tıkla)
25 Cilt Hastalıkları(Tıkla)
26 Tansiyon(Tıkla)
27 Reflü (Tıkla)
28 Siroz (Tıkla)
Lütfen Okuyunuz..!
Şimdiye kadar çaresiz kaldığınız herhangi bir hastalığı şifalı bitkilerle yenebilirsiniz, Tabi ki şifalı bitkilerle alternatif çözüm ararken mutlaka tıp doktorlarının tavsiyesi ve gözetiminde olmalıdır. çünkü biz tıp doktoru değiliz. Şunu unutmayalım kanser olsun hepatit olsun çaresi olmayan bir hastalığınız olsun mutlaka alternatif olarak şifalı bitkilerden faydalanabilirsiniz ama doktor tavsiyesi ve gözetiminde olmalıdır.
Şimdiye kadar çaresiz kaldığınız hastalığınızı şifalı bitkilerle yenebilir bundan sonraki hayatınızı daha huzurlu ve sağlıklı geçirebilirsiniz. Önce doktorunuza gidiniz, doktorunuz tavsiye ederse bize geliniz. Bu alternatif tıp doktorlarının gözetiminde olmalıdır çünkü bizler doktor değiliz acizane hastalara hastalılarıyla ilgili yardımcı oluyoruz. Bizler tedavi etmiyor tedaviye yardımcı oluyoruz.
HİÇ BİR HASTALIK YOKTUR Kİ ŞİFASI OLMASIN, ÖLÜM HARİCİNDE!!!
Emekli Araştırmacı Basın Mensubu
Şifalı Bitkiler Uzmanı
HERBALİST KEMAL
(0326) 413 01 77
0555 347 62 53
0542 215 54 72
Sağlıklı Yaşam Dileklerimizle...

 
SEKER HASTALİGİ DİYEBET TEDAVİSİ MÜMKÜN OLAN HASTALIKTIR ( TİP 1 ) VE ( TİP 2 ) SEKER HASTALIGININ TEDAVİSİ MÜMKÜN OLAN HASTALIKLARDIR )
TÜM BAYANLAR MUTLAKA OKUYUNUZ!!!
(TIKLAYINIZ)
KADIN HASTALIKLARI
Tedavisi Mümkün Olan Bir Hastalık...
Şeker (Diyebet)
Diyabet nedir? Nasıl meydana gelir?
Diyabet, başta karbonhidratlar olmak üzere protein ve yağ metabolizmasını ilgilendiren bir metabolizma hastalığıdır ve kendisini kan şekerinin sürekli yüksek olması ile gösterir. Diyabet hastalarındaki temel metabolik bozukluk, kan yoluyla taşınan glükozun (şekerin) hücrelerin içine girememesidir. Normal koşullarda besinlerden elde edilen veya karaciğerdeki depolardan kana salınan glükoz pankreas tarafından salgılanan İNSÜLİN hormonunun yardımıyla hücre içine girer ve orada yakılarak enerjiye dönüşür. Hücrelerin üzerinde değişik maddelerin girmesine izin verilen kapılar vardır. Bu kapılar normalde kilitlidirler ve uygun anahtar varlığında açılırlar. Diyabet, hücrelerin üzerindeki glükoz kapısının açılamaması durumudur. Bu örnekten ilerlersek diyabet, anahtar işlevi gören İNSÜLİN hormonu yetersizliğine ve/veya insülinin etkilediği reseptörlerin (hücre kapısındaki kilidin) bozukluğuna bağlı gelişmektedir.


Kaç tip diyabet vardır? Diyabet sıklığı ne kadardır?
Nedenlerine göre bir çok diyabet tipi olmakla birlikte diyabet vakalarının çok büyük bir kısmını Tip 1 ve Tip 2 diyabet vakaları oluşturmaktadır.


Tip 1 Diyabet
Daha çok çocuklarda ve genç erişkinlerde görülür. Tip 1 diyabet, pankreasta bulunan ve insülin üreten beta hücrelerinin otoimmün bir süreç (vücudun bağışıklık sisteminin kendi hücrelerini tanıyamaması) sonunda zedelenmesi ile meydana gelmektedir. Mutlak veya görece bir insülin yetersizliği olduğundan hastalar ömür boyu insülin hormonunu dışarıdan (enjeksiyon yoluyla) almak zorundadırlar. Bu nedenle Tip 1 diyabet İnsüline Bağımlı Diyabet (Insulin Dependent Diabetes Mellitus=IDDM) olarak da isimlendirilmektedir. Genel olarak toplumdaki diyabet vakalarının %10’unu Tip 1 Diyabet vakaları oluşturmaktadır. Çocukluk çağında Tip 1 diyabet sıklığı ülkeler (bölgeler) arasında farklılık göstermekte ve her yıl 15 yaş altındaki 100.000 çocuktan 1-42’sinde diyabet gelişmektedir. Tip 1 diyabet genel olarak kuzey ülkelerinde daha sık görülmektedir.


Tip 2 Diyabet
Sıklıkla erişkinlerde ve şişman (obes) kişilerde görülmektedir. Tip 2 diyabetli hastalarda insülin salgılanmasındaki yetersizlikten çok dokulardaki insülin reseptörlerindeki direnç (rezistans) sonucunda glükoz metabolizması bozulmaktadır. Tip 2 diyabetin kuvvetli bir genetik yatkınlık zemininde geliştiği bilinmekle birlikte, genetik mekanizmalar tam olarak aydınlatılamamıştır. Tip 2 diyabetliler hastalıklarının başlangıcında ve sıklıkla çok uzun bir süre insülin ihtiyacı olmaksızın yaşamlarını sürdürebilmektedirler. Bu nedenle Tip 2 diyabet İnsüline Bağımlı Olmayan Diyabet (Non-Insulin-Dependent Diabetes Mellitus= NIDDM) olarak da isimlendirilmektedir. Genel olarak erişkin nüfusta %4-8 oranında Tip 2 diyabet görülmektedir.


Diyabetin bulguları nelerdir?
Diyabete bağlı klinik bulgular vücuttaki karbonhidrat, protein ve yağ metabolizmasının bozulmasına bağlıdır. İnsülin eksikliği ve/veya insülin direnci nedeniyle hücrelere giremeyen glükoz belli bir serum düzeyini (180mg/dl) aştığında idrarla atılmaya başlar. Böbreklerden atılan glükoz beraberinde sıvı atılımını da arttırır ve sonuçta ÇOK VE SIK İDRAR YAPMA (POLİÜRİ) olur. Vücut, poliüri ile olan sıvı kaybını karşılamak için ÇOK SU İÇİLİR ve bu da POLİDİPSİ olarak isimlendirilir. Organizma, enerji kaynağı olarak glükozu kullanamayınca bir taraftan İŞTAH ARTAR diğer taraftan yedek enerji depoları olan yağlar ve proteinler yıkılmaya başlar ve bunun sonucunda iştah artmasına rağmen KİLO KAYBI olur. Bu klasik bulguların dışında diyabet hastalarında ÇABUK YORULMA, GÖRME BULANIKLIĞI, SIK DERİ ENFEKSİYONU, KADINLARDA VAJİNAL MANTAR ENFEKSİYONU gibi bulgular da görülür.

Diyabet tanısı nasıl konur?
Diyabet tanısı, çeşitli uluslararası kuruluşların (WHO, Amerikan Ulusal Diyabet Veri Gurubu=NDGG) belirlediği ölçütlere göre konmaktadır. Bu ölçütler:


Klasik diyabet bulguları olan bir kişide herhangi bir zamanda ölçülen plazma glükoz düzeyinin 200 mg/dl'ye eşit ya da üzerinde olması,
En az 8 saatlik aç (kalori almayan) bir kişide plazma şekerinin 140 mg/dl'ye eşit ya da üzerinde olması. Yakın zamanda Amerikan Diyabet Birliği açlık kan kekeri sınırını 126 mg/dl'ye eşit ya da üzerinde olarak belirlemiştir.

Şeker yükleme testinde (OGTT) 2. saatdeki plazma glükoz düzeyinin 200 mg/dl'ye eşit ya da üzerinde olması.

Gizli şeker nedir?
Halk arasında gizli şeker olarak isimlendirilen durum, normal glükoz dengesi ile diyabet arasındaki metabolik durumu ifade etmektedir. Normalde açlık plazma şekerinin 110 mg/dl olması gerekmektedir. İşte açlık plazma şekerinin 110 mg/dl'nin üzerinde fakat 140 mg/dl'nin altında (yeni kriterlere göre 126 mg/dl) olması bozuk glükoz toleransı olarak tanımlanmaktadır. Benzer şekilde şeker yükleme testi yapılan kişilerde 2. Saatdeki plazma glükoz düzeyininin 140 mg/dl'nin üzerinde fakat 200 mg/dl'nin altında olması da bozuk glükoz toleransı olarak isimlendirilmektedir. Bu durumdaki kişilerin gün boyu kan şekerleri normaldir ve diyabetin klasik bulguları görülmez. Bununla birlikte bu kişiler Tip 2 diyabet için en riskli grupta olduklarından yaşam biçimlerini yeniden düzenlemeleri gereklidir.
Tedavisi Mümkün Olan Bir Hastalık...
Diyabetin Nedenleri , Şeker Hastalığının Nedenleri
Şeker Hastalığının Nedenleri
- Pankreas Bezesinin yorulması
- Kandaki şekerin belli seviyede kalması, pankreas bezinin salgıladığı insülin hormonu ile olur.
Pankreas bezesini yoran etmenler şunlardır :
- Oburluk
- Şişmanlık
- İhtiyarlık
Pankreas Bezesinin Hastalanması
- Pankreas bezesi iltihaplanmış veya kireçlenmiştir.
- Pankreas kanseri
- Pankreasın alınması
- Pankreası etkileyen hastalıklar :
- Karaciğer ve safra kanalı iltihabı
- Kabakulak
- Frengi
- Verem
- Böbrek iltihabı ve böbrek taşları
- Tifo
- Tifüs
- Kolera
- Dizanteri
Menopoz Döneminde Diyabet
Bu dönemde kadının hormonal dengesinde değişmeler olur. Çoğu kadınlar bu dönemde şeker hastası olurlar. Dişetlerinde yanma, dişlerde çürüme, ağızda kuruluk, gözde katarakt oluşur. Bu dönemde eksilen kadınlık hormonu şu bitkilerle sağlanarak, şeker hastalığına yakalanma riski azaltılabilir ; Papatya, Ökse otu, Nergis, Adaçayı. Ayrıca, bu dönemde kilo almamaya gayret edilmelidir.
Şeker Hastalığının Tedavisi
Şeker hastalığı, bir beslenme hastalığıdır. Bu nedenle dengeli beslenmeye özen gösterilmeli, yani karbonhidrat-protein-yağ dengesi sağlanmalıdır.
Yağsız süt, yoğurt, yağsız et, balık, yumurta, patates, hububat, bakliyat yenmelidir.
Sebzelerden lahana, tere, soğan, marul, salatalık, turp, domates, patlıcan ve yerelması tavsiye edilir.
Meyvelerden ise ekşi elma, limon, greyfurt, yeşil erik, koruk gibi ekşi olanlar tercih edilmelidir.
Baharatlar vücudumuzdaki salgı bezlerine tesir ederek, onları çalıştırırlar. Bu nedenle her sofrada bulundurulmalıdırlar.
Tip 2 Diyabet Nedir , Tip 2 Diyabetin Nedenleri , Tip 2 Diyabet Hakkında
Tip 2 diyabetli kişilerin pankreası insülin üretir fakat etkili olarak kullanamazlar. Tip 2 diyabetin görülme sıklığı daha fazladır, diyabetli kişilerin %90'ı Tip 2 diyabetlidir.
Tip 2 Diyabet genellikle 40 yaşın üzerindeki kişilerde görülen diyabet tipidir. Pankreasın yeterli miktarda insülin salgılayamaması veya salgılanan insülinin yeterli derecede kullanılmaması nedeniyle kan şekerinin yükselmesi durumudur. Bu tip diyabetiklerde rahatsızlık uzun yıllar klinik olarak belirti vermeyebilir. Yaşamın ileriki yıllarında araya giren bir infeksiyon, stres, ameliyat, gebelik ya da fazla kilo alınması zaten azalmış olan beta hücre rezervinin daha da düşmesine neden olarak diyabeti klinik olarak ortaya çıkarabilir.
Tip 2 Diyabet Riski Kimlerde Daha Fazladır?
Herkeste, her yerde, her yaşta diyabet teşhis edilebilir.
- Ailesinde diyabetli olanlar,
- Şişman kişiler,
- 4 kg' dan daha ağır bebek doğuran kadınlar,
- Stres altında yaşayan kişilerde diyabetin görülme riski daha yüksektir.
- Ayrıca pankreasın kronik iltihabı, pankreas tümörleri ve ameliyatları ile hipertiroidi, akromegali gibi bazı hormon hastalıkları Tip 2 diyabete yol açabilir.
Tip 2 Diyabetin Belirtileri Nelerdir?
Tip 2 diyabeti olan ve kan şekeri yüksek olan kişilerde;
- Sık idrara çıkma,
- Ağız kuruluğu,
- Çok su içme,
- Açlık hissi,
- Cilt yaralarının geç iyileşmesi,
- Kuru ve kaşıntılı bir cilt,
- Sık sık infeksiyon gelişmesi,
- Ellerde ve ayaklarda uyuşma, karıncalanma görülür. Ancak bu belirtiler zaman içinde yavaş yavaş ortaya çıkar.
Tip 2 Diyabet Tedavisinin Esasları Nelerdir?
Birinci basamak tedavi planında medikal beslenme tedavisi yani beslenme alışkanlıklarının düzenlenmesi, yaşam tarzının değiştirilmesi, egzersiz programlarının uygulamaya koyulması yer almaktadır. Eğer, bu tedavi planına uyulmasına rağmen kan şekeri normal sınırlar içinde tutulamazsa ağızdan hap olarak alınan şeker düşürücü ilaçlar tedaviye eklenir. Ancak bazı Tip 2 diyabetliler kan şekeri düzeyini normal sınırlar içinde tutabilmek için insüline ihtiyaç duyulabilir. Bu durumlarda uygun dozda yapılan insülin enjeksiyonları ile tedavi desteklenir.
Ağızdan şeker düşürücü hap veya insülin tedavisi alan Tip 2 diyabetlilerin haftanın belirli günlerinde kan şekerini ölçmeleri son derece önemlidir.
Diyabet Hakkında , Diyabet Çeşitleri Hakkında
Tip 1 Diyabet
Vücudumuzun enerji ihtiyacı yiyeceklerimizdeki temel besin öğeleri karbonhidrat, protein ve yağlardan sağlanır. Emilebilmek için en küçük parçalarına ayrılan bu besin öğelerinin en önemlisi "glukoz" adı verilen basit şekerdir. Glukoz başta beyin olmak üzere vücudun tüm organlarının önemli bir enerji kaynağıdır. Hücreler ihtiyacı olan glukozu, midenin arkasında bulunan pankreas bezinin salgıladığı bir hormon yardımıyla kullanır. İnsülin olarak bilinen bu hormon vücutta yapılamaz ise alınan gıdalar enerji olarak kullanılamayacaktır. İnsülin hormonunun mutlak eksikliğine bağlı olarak meydana gelen şeker hastalığına Tip 1 Diabetes Mellitus denir
Her yaşta görülebildiği gibi, sıklıkla çocukluk ve gençlik yaşlarında başlar, bu nedenle juvenil diyabet adı da verilir. Ülkemizde 4 milyonun üzerinde olduğu sanılan şeker hastalarının %10'u, yani yaklaşık 400.000 kişi bu tip şeker hastasıdır.
Tip 2 Diyabet
Erişkinlerde görülen diyabettir. Pankreas insülin üretir fakat vücut bunu gerektiği gibi kullanamaz. Daha çok 40 yaş üzeri kişilerde ortaya çıkar.
Tip 2 Diyabetin Belirtileri :
- Poliori (sık idarara çıkma)
- Polidipsi (çok su içme)
- Polifasi (çok yemek yeme)
- Kilo kaybı
- Plazma kan glukoz düzeyinin yükselmesi (açkarnına 126 mg'dan büyük ya da eşit olması)
Bunların dışındaki Tip 2 Diyabet Belirtileri:
- Yorgunluk
- Vücuttaki yaraların geç iyileşmesi
- Kuru ve kaşıntılı cilt
- Sık geçirilen enfeksiyonlar
- Bulanık görme
- Cinsel sorunlar
- Ellerde ve ayaklarda uyuşma
- Karıncalanma
- Ağız kuruluğu
Tip 2 diyabetin nedeni Tip 1 diyabette olduğu gibi tam bilinmemektedir. Fakat bazı risk gruplarında görülme olasılığı daha yüksektir.
Bunlar :
- Yaşı 40 ve üzeri olanlar
- Şişmanlar
- Ailede başka diyabet hastalığı bulunanlar
- Gebelik sırasında diyabet gelişen 4,5 kg. Daha ağır bebek doğuranlar
- Bir hastalığın veya yaralanmanın stresini yaşayanlar
- Stresli bir hayatı olanlar
- Beslenme alışkanlığı bozuk olanlar
Bu risk faktörlerinden en az iki tanesi varsa mutlaka diyabet taraması yapılmalıdır. Tip 2 diyabetin tedavisi diyet, egzersiz, eğitim ve gerekiyorsa oral olarak antidiyabetik ilaçlar veya insülin ile yapılmaktadır. Bu hastalığın tedavisi ömür boyu devam etmektedir. Bu sebeple tedavi endokrinoloji, diyabet ve metabolizma uzmanı ve diyetisyen ve diyabet hemşiresi tarafından planlanması hastalık komplikasyonlarının önlenmesi açısından çok önemlidir.
Diyabet nedir
Diyabet, vücudumuzda pankreas adlı salgı bezinin yeterli miktarda insülin hormonu üretmemesi ya da ürettiği insulin hormonunun etkili bir şekilde kullanılamaması durumun da gelişen ve ömür boyu süren bir hastalıktır. Sonuç olarak kişi, yediği besinlerden kana geçen şekeri yani glukozu kullanamaz ve kan şekeri yükselir (hiperglisemi).
Yediğimiz besinlerin özellikle karbonhidrat içeren besinlerin çoğu vücutta enerji için kullanılmak üzere glukoza dönüştürülür. Midenin arka yüzeyinde yerleşik bir organ olan pankreas, kaslarımızın ve diğer dokuların kandan glukozu alıp enerji olarak kullanmalarını sağlayan "insülin" adı verilen bir hormon üretir. Besinlerle kana geçen glukoz, insülin hormonu aracılığı ile hücrelere girer. Hücreler glukozu yakıt olarak kullanır . Eğer glukoz miktarı vücudun yakıt ihtiyacından fazla ise karaçiğerde (şeker deposu=glikojen), yağ dokusunda depolanır.
Diyabeti olmayan bir birey kan şekeri düzeyi açlık halinde 120 mg/dl, tokluk halinde (yemeğe başladıktan iki saat sonra) 140 mg/dl’nin üstüne çıkmaz. Açlıkta veya toklukta ölçülen kan şekeri düzeyinin bu değerlerin üstünde olması diyabetin varlığını gösterir.
Bir kişinin diyabetli olup olmadığı Açlık Kan Şekeri (AKŞ) ölçümü veya Oral Glikoz Tolerans Testi (OGTT) yapılarak saptanır. AKŞ ölçümü 100-125 mg/dl olması gizli şeker (pre-diyabet) sinyalidir. AKŞ ölçüm sonucunun 126 mg/dl veya daha fazla olması diyabetin varlığını gösterir.
OGTT’ de glikozdan zengin sıvı aldıktan 2 saat sonraki kan şekeri değeri önemlidir. İkinci saat kan şekeri ölçümü 140-199 mg/dl ise gizli şeker, 200 mg/dl veya daha yüksek ise diyabet tanısı konulur.
Diyabet ve Şeker
Diyabet, diğer adıyla şeker hastalığı, sık görülür ve ciddî sonuçlara yol açar. Pankreasın ürettiği insülinin yetersizliği veya etkisizliğinden kaynaklanır. İnsülin olmayınca, besinlerle aldığımız şeker ve diğer besin unsurları, ihtiyaç duyan hücrelere giremez. Böylelikle, hücreler şekersizlik çekerken, kanda şeker normal değerlerin üstüne çıkar. Kanda şekerin çok artması, zehir etkisi yaratır ve vücudun tüm hücrelerini tahrip eder.
Şeker ve İnsülin
Vücut, sürekli olarak kanda bir miktar şekere (glukoza) ihtiyaç duyar. İnsülin kan dolaşımındaki glukozu hücrelere taşımakla görevlidir. İnsülin pankreas tarafından üretilen bir hormondur. Hücrelerdeki glukoz, günlük yaşamımızı devam ettirmeyi sağlayacak enerji kaynağıdır.
Tip 1 Diyabet Nedir , Tip 1 Diyabetin Nedenleri , Tip 1 Diyabet Hakkında
Tip 1 Diyabet nedir?
Vücudumuzun enerji ihtiyacı, yiyeceklerimizdeki temel besin öğeleri karbonhidrat, protein ve yağlardan sağlanır. Emilebilmek için en küçük parçalarına ayrılan besin öğelerinin en önemlisi "glikoz" adı verilen basit şekerlerdir. Glikoz başta beyin olmak üzere vücudun tüm organlarının önemli bir besin kaynağıdır. Hücreler ihtiyacı olan glikozu, midenin arkasında bulunan pankreas bezinin salgıladığı bir hormon yardımıyla kullanır. İnsülin olarak bilinen bu hormon vücutta yapılamaz ise alınan gıdalar enerji olarak kullanılamayacaktır.
İnsülin hormonlarının eksikliği sonucu ortaya çıkan tip 1 diyabet, sıklıkla çocukluk ve gençlik yaşlarında ortaya çıktığı için "Juvenil diyabet" adını da alır.
Tip 1 diyabet pankreasta bulunan ve insülin üreten beta hücrelerinin otoimmün bir süreç sonunda zedelenmesi ile meydana gelmektedir. Hastalar, mutlak veya göreceli bir insülin yetersizliği olduğundan ömür boyu insülin hormonunu dışardan (enjeksiyon yoluyla) almak zorundandırlar. Bu nedenle Tip 1 diyabet, İnsüline Bağımlı Diyabet (Insulin Dependent Diabetes Mellitus=IDDM) olarak da isimlendirilmektedir. Genel olarak toplumdaki diyabet vakalarının %10'unu tip 1 diyabet vakaları oluşturmaktadır. Çocukluk çağında tip 1 diyabet sıklığı ülkeler (bölgeler) arasında farklılık göstermekte ve her yıl 15 yaş altındaki 100.000 çocuktan 1-42'sinde diyabet gelişmektedir. Tip 1 diyabet genel olarak kuzey ülkelerinde daha sık görülmektedir.
Tip 1 Diyabet neden olur?
Tip 1 diyabet, çoğunlukla çocuklar ve ergenlik çağındakilerde gelişir fakat yetişkinlerde de görülebilir. Çocuklukta en sık görülen kronik hastalıklardandır. Tip 1 diyabet için risk faktörleri iyi tanımlanmamıştır. Ancak tip 1 diyabetiklerin birinci derece akrabalarında genetik ve çevresel faktörlerin hastalığı tetiklediği gösterilmiştir.
Tip 2 diyabet, esas olarak yetişkinlerde görülmekteyse de dünyanın birçok yerinde ergenlik çağındaki grup için hızla büyük bir sorun olmaya başlamıştır. Tip 2 Diyabet için risk faktörleri yaşın artışı, şişmanlık (obezite), ailede diyabet öyküsü, gebelikte iri bebek ya da diyabet öyküsü, fiziksel aktivite azlığı, bozulmuş glukoz toleransı ve ırk/etnik gruptur.
Tip 1 Diyabette Acil Sorunlar Nelerdir?
Tip 1 diyabetli kişi bilimsel ve sağlıklı bir beslenme programı uygulayarak, düzenli egzersiz yaparak ve uygun insülin tedavisi ile sorunsuz bir yaşam sürdürebilir. Ancak insülini uygun teknikle, yeterli dozda ve zamanında yapmayan, beslenme tedavisine uyum sağlayamayan ve aşırı karbonhidrat tüketen ya da egzersiz yapmayı aksatan diyabetlilerde kan şekeri yükselebilir (hiperglisemi). Bunun aksine insülini aşırı dozda kullanan ya da önerilen besinleri özellikle de karbonhidrat içeren besinleri zamanında ve yeterince tüketmeyen, alkol kullanan veya aşırı egzersiz yapan diyabetlilerde kan şekeri aniden ve hızla düşebilir (hipoglisemi).
Tip 1 Diyabette Tedavi Nasıl Olmalıdır?
Tip 1 diyabetin tedavisinde değişmez kural insülin enjeksiyonudur. Bu tip şeker hastalığında insülin kullanmak bir zorunluluktur ve hayat kurtarıcıdır. Tedavinin diğer temel taşları ise sağlıklı beslenme, düzenli egzersiz ve eğitimdir. İdeal kan şekeri düzeyinin sağlanması için gün boyu belirgin özen ve günlük bakım gerekir. Kişinin kendini iyi hissetmesi ve sağlıklı yaşam sürdürmesi için gereken bakımı hayat biçimi haline getirilmelidir.
Beslenme Tedavisinde Nelere Dikkat Edilmelidir?
Diyabette, beslenme alışkanlıklarının düzenlenmesinin amacı diyabetli bireyin hayatı boyunca uygulayabileceği en ideal beslenme programını oluşturarak;
- Kan şekerini normal sınırlar içinde tutmak,
- Hiperglisemi (kan şekeri yüksekliği) ve hipoglisemi (kan şekeri düşüklüğü) gibi akut komplikasyonları önlemek,
- İdeal vücut ağırlığını sağlamak ve korumaktır.
Yukarıda amaçlara ulaşabilmek için Tip 1 diyabetli bireye;
- Bireysel özelliklerine, günlük yaşam planına, beslenme alışkanlıklarına ve insulin tedavi şemasına uygun yeterli miktarda ve uygun zamanda yemek yemesi,
- Kan şekeri kontrolü için gereksinimine uygun miktarlarda karbonhidrat içeren besinleri tüketmesi,
- Besin tüketiminde çeşitliliği sağlaması,
- Besinlerle alınan posa miktarını arttırması,
- Basit şekerleri (toz ve kesme şeker, bal, tatlı, meyve suyu v.s.) diyetisyen kontrolünde tüketmesi önerilir.
Diyabet Ciddi Bir Hastalık mıdır?
Evet. Diyabet hayat boyunca süren bir durumdur. Uygun medikal beslenme tedavisi, medikal tedavi, egzersiz ve eğitim olarak tanımlanan tedavi kriterleri olmazsa, kan şekeri kontrol altına alınamaz bunun sonucunda da komplikasyonlar (kalp ve böbrek hastalığı, körlük, iktidarsızlık ve bacakların amputasyonu) gelişir. Ancak önerilen tedaviye uygun davrananlar hiç sorunsuz, komplikasyonsuz, normal günlük yaşantılarını sürdürebilirler.
Gestasyonel Diyabet
Gebelikte çıkan diyabet, yani tıp dilinde “Gestasyonel Diyabet” ilk defa gebelik sırasında saptanmış kan şekeri yüksekliğidir. Gestasyonel Diyabetli’ de gebelik öncesinde diyabet yoktur.
Günümüzde “Gestasyonel Diyabet” görülme oranı yüzde 2-4 olduğundan, her gebeye, özellikle riskli olanlara gebeliğin 24. ve 28. haftaları arasında tarama testi uygulanması gerekir.
Bu tarama testinde kişiye önce 50 gr şeker yüklemesi yapılır. Test, günün herhangi bir saatinde suda eritilen 50 gr şeker alındıktan 1 saat sonraki kan şekeri değerine bakılmasından ibarettir. Sonuç, 140 mg/dl’ nin altında ise gebede “Gestasyonel Diyabet” yoktur, eğer kan şekeri 140 mg/dl’nin üzerinde ise gebeye 100 gr’lik ikinci bir şeker yüklemesi yapılır. Bu testte ise kan şekeri değerleri başlangıçta: 95 mg/dl, 60 dakikada; 165 mg/dl, 120 dakikada; 145 mg/dl, 180. dakikada: 125 mg/dl değerlerinin altında olmalıdır. Bu değerlerden ikisi yüksekse kişiye “Gestasyonel Diyabet” tanısı konur.
Bu basit testlerin yapılmasının önemi çok büyüktür, özellikle 100 yıl kadar önce, gebe diyabetiklerin çoğunun bebeklerinin, bir kısmının da kendi yaşamlarının kaybettikleri düşünülürse, annenin glukoz düzeylerindeki artış, anne karnındaki bebek (fetus) açısından büyük önem taşır. Fetus plasenta yoluyla anneden aldığı besinler (glukoz, aminoasit ve yağ asitleri) ile beslenir. Annenin karnında yükselen şeker miktarı, direkt olarak bebeğe yansır ve fetusta glukoz fazlalığı oluşur. Bebek bu duruma yaptığı insülini artırarak karşılık verir. İnsülin bebekte büyümeyi uyaran bir hormondur. Fetal insülinin gebeliğin 24-28. haftalarından itibaren artışı, bebeğin büyümesini hızlandırır ve doğum ağırlığını 4000 gr’ın üzerine çıkar. İri bebek (Makrosomi) olarak adlandırılan bu tablo bebek açısından pek çok risk taşır. Doğum sırasında oluşabilecek omuz çıkıkları, sinir yaralanmaları, solunum sıkıntısı, şeker düşüklüğü, sarılık bu sorunlardan bazılarıdır, ancak hem geliştirilen yeni testler hem de insülinin keşfi ve yaygın kullanımı sayesinde anne ve bebeklerinin karşılaştığı birçok risk ortadan kalkmıştır.
Gestasyonel Diyabette Hedef Kan Şekeri Düzeyi Ne Olmalıdır?
Gestasyonel diyabetli bir annede amaç, açlık kan şekerini 90 mg/dl, yemekten 2 saat sonraki tokluk şekerini ise 120 mg/dl’nin altında seyretmesini sağlamaktadır. Bu amaçla, kişiye önce özel bir beslenme planı uygulanır ve kan şekeri bir hafta boyunca izlenir. Eğer bu süre içinde şeker değerleri belirtilenin üzerine çıkıyorsa, hemen insülin tedavisine başlanmalıdır. Bu dönemde anne mutlaka bir şeker ölçme cihazı almalı ve kan şekerinin her öğünden önce, öğünlerden 2 saat sonra ve yatarken olmak üzere günde 7 defa ölçmelidir. Ölçüm sıklığı haftada en az iki gün olmalıdır. Ölçülen değerler bir günlüğe kaydedilmelidir. Bebeğin sağlıklı büyüme ve gelişimi için bu önlemlerin alınması gerekir.
Doğumdan Sonra
Doğumdan hemen sonra insülin direnci ortadan kalkar ve diyabet düzelir. İnsülin kullanan annede, doğum sonrası şeker ölçülmeli ve insülin tedavisi kesilmelidir. Aksi halde, ciddi kan şekeri düşüklüğü (hipoglisemi) meydana gelebilir. Ancak, nadiren de olsa, doğumdan sonra diyabet kalıcı olabilir. Bu durumda, anne süt verdiği sürece, insülin tedavisi sürdürülür. Daha sonraki tedavi şekline diyabet uzmanı karar verecektir.
Gizli Şeker , Gizli Şeker nedir , Pre-Diyabet
Gizli Şeker (Pre-diyabet) Nedir?
Eğer bir kişinin kan şekeri düzeyi normalden yüksek olmasına karşın diyabet tanısı koymaya yeterli yükseklikte değilse bu durumda kişi pre-diabetik (gizli şeker hastası) olarak tanımlanır.
Diyabet Önleme Programına katılan pre-diyabetiklerin %11’inde diyabet gelişmiştir. Bazı çalışmalar pre-diyabetik çoğu kişide 10 yıl içinde Tip 2 diyabet geliştiğini saptamıştır. Yani Pre-diyabet Tip 2 diyabete adaylık durumudur.
Pre-diyabetli bireylerde kardiyovasküler hastalık riski kan şekeri normal olan bireylere kıyasla 1.5 kat daha fazladır. Diyabetli bireylerde ise 2-4 kat fazladır.
Pre-diyabetli bireyler yaşam tarzı değişiklikleri sayesinde prediyabetli olmayı önleyebilir ve geçiktirebilir.
Pre-diyabet, Bozulmuş Glikoz Toleransı veya Bozulmuş Açlık Glikozu Aynı Anlamda mıdır?
Evet. Doktorlar bazen yükselmiş kan şekeri düzeylerini ifade eden bu durumları kullanılan teste bağlı olarak bozulmuş glikoz toleransı veya bozulmuş açlık glikozu olarak tanımlarlar.
Pre-diyabetli Olup Olmadığım Hangi Testler ile Belirlenir?
Doktorlar pre-diyabeti belirlemek için açlık kan şekeri veya oral glikoz tolerans testi (OGTT) kullanabilirler. Her iki test içinde bir gece boyu süren açlık gereklidir. Açlık kan şekeri için kahvaltı yapmadan önce kan şekeri ölçülür. OGTT’ de ise açlık ve glikozdan zengin içeçek içildikten sonra 2. saatte tekrar şeker ölçümü yapılır.
Açlık Kan Şekeri Testi, Diyabet veya Pre-diyabeti Nasıl Belirler?
Normalde açlık kan şekeri 100 mg/dl’nin altındadır. Eğer kişide pre-diyabet varsa açlık kan şekeri 100-125 mg/dl arasındadır. Eğer kan şekeri 126 mg/dl veya daha yüksekse birey diyabetlidir.
OGTT ile diyabet veya Pre-diyabet Nasıl Saptanır?
OGTT’ de, bireyin kan şekeri açlıktan sonra ve glikozdan zengin içecek içildikten 2 saat sonra ölçülür. Normal kan şekeri 2. saatte 140 mg/dl’ nin altındadır. 2.saat kan şekeri 140-199 mg/dl arasında ise pre-diyabet, 2. saat kan şekeri 200 mg/dl’ nin üstünde ise diyabet tanısı konulur.
Açlık Kan Şekeri Testi veya OGTT, Hangi Test Pre-diyabetin saptanması için Daha Uygundur?
Her iki test de pre-diyabetin saptanması için uygun testlerdir.
Pre-diabetim Varsa Bunu Mutlaka Bilmem Gerekir mi?
Eğer pre-diyabetiniz olduğunu bilirseniz Tip 2 diyabetli olmanızı önleyecek önlemleri zamanında alma şansınız olur. Çalışmalar ağırlık kaybını sağlayan ve fiziksel aktiviteyi artıran diğer bir ifade ile gerekli yaşam tarzı değişikliklerini yapan pre-diyabetli bireylerin, %58 oranında Tip 2 diyabetli olmayı önleyebildiğini veya geciktirebildiğini göstermiştir.
Pre-diyabet Tedavisi Nasıl Yapılır?
Bireysel bir beslenme tedavisi ve haftanın 5 günü günde 30 dakika düzenli yürüyüş şeklinde yapılan egzersiz programı sonucunda, vücut ağırlığının ılımlı olarak azalması (% 5-10) ile pre-diabetten diyabete geçiş önlenebilmekte veya geçiktirilebilmektedir.
Eğer pre-diabetiniz var ise pre-diyabeti olmayanlara kıyasla kalp hastalığı veya inme riskiniz %50 artmıştır. Bu nedenle kardiyovasküler hastalıklarla ilişkili risk faktörlerini (sigara içmek, yüksek tansiyon, yüksek kolesterol gibi) bilmeniz gerekmektedir. Eğer risk faktörlerinden birine veya birkaçına sahipseniz bu faktörlerin tedavi edilmesi de son derece önemlidir.
Kimlerin Pre-diabet Tanısı için Test Yaptırması Gereklidir?
Şişman ve 45 yaşın üstünde iseniz pre-diabetli olup olmadığınızı öğrenmek için test yaptırmanız gereklidir. Eğer vücut ağırlığınız normal ise ve 45 yaş civarında iseniz testi yaptırmanın sizin için uygunluğunu doktorunuza danışınız.
45 yaşından genç erişkinlerde ve şişman bireylerde diyabet ve pre-diyabet yönünden risk faktörlerinin varlığı araştırılır. Bu risk faktörleri: yüksek tansiyon, düşük HDL-kolesterol düzeyi, yüksek trigliserid düzeyi, ailede diyabet varlığı, gestasyonel diyabet, 4,5 kg üzerinde bebek doğumu öyküsü olmasıdır.
Diyabetin Kontrolü , Şeker Hastalığının Kontrolü ve Takibi
Kan şekeri ölçümü diyabetin izlenmesinde son derece önem taşıyor. Kan şekerindeki iniş çıkışların düzenli olarak takip edilmesiyle hem günlük yaşam daha da kolaylaşıyor, hem hekime medikal tedavide, hem de diyetisyene medikal beslenme tedavisinde yardımcı olunabiliyor. Özellikle son yıllarda teknolojinin ceplere sığdırdığı şeker ölçüm aletleri ile günde birkaç dakikanızı ayırarak kan şekerinizi kendiniz ölçmemiz mümkün.
Evde kan şekeri izleniminin başlanmasını diyabet tedavisinde devrim olarak nitelendirilmekte. Kan şekeri ölçümü, en başta diyabetli insanların hastalıklarını kontrol altında tutmak için hastane de harcadıkları zamanının azalmasına yardımcı oldu. Bununla birlikte, diyabetli kişi ve diyabet tedavisinde yer alan sağlık uzmanları için bir dizi uyum ve tedavi sorununa da yol açtı.
Diyabet tedavisinde sürekli kan şekeri takipleri, hekimin medikal tedaviyi planlamasında yardımcı. Çünkü, sürekli takipler, kan şekerinin aşağı-yukarı inip çıkarken yaptığı rahatsızlıkları önlemede avantaj sağlıyor. Böylece, bir yandan oluşabilecek ani şeker düşmesi (hipoglisemik reaksiyonlar) ya da gelişebilecek ani şeker yükselmesi sonucu asidoz tablosunun önüne geçilmiş oluyor.
İki önemli çalışma (Diyabet Kontrol ve Komplikasyon Çalışması ve İngiltere Prospektif Diyabet Çalışması) diyabetle ilişkili komplikasyonların azaltılması için kan glukoz düzeylerinin hedef alınması gerektiğini açık bir şekilde gösteriyor. Pek çok ülke, diyabette glukoz kontrolünde %7’nin altında HbA1c düzeyi gibi katı hedefler koyuyor.
Diyabet tedavisinde, bu hedeflere ulaşılmak için öncelikli açlık glukoz düzeyleri hedef alınıyor. Ayrıca, son çalışmalar öğün öncesi ve / veya sonrası glukoz düzeylerinin de önemli olduğunu vurguluyor. Bu, temelde Tip 2 diyabetli kişilere yoğunlaşan son bir çalışmayla destekleniyor ve bu çalışma özellikle hastalığın erken evreleri boyunca öğün sonrası kan glukoz (öğünden 2 saat sonra ölçülen kan şekeri) düzeylerinin HbA1c değerleri üzerinde önemli bir etkisinin olduğunu ileri sürüyor.
Kan şekerini olabildiğince normale yakın tutmak gerekli
Kan şekeri gün boyu devamlı olarak değişim gösterse de, kan şekerini olabildiğince normale yakın değerlerde tutmak gerekir. Gün içinde kan şeker değerindeki oynamalar, okyanusların iskelede yükselmesi ve alçalması ile karakterize gel-git olayına benzetilebilir. Herhangi bir günkü kan şekeri ölçümü ise, iskeleye vuran suların o anki durumunu gösteren bir fotoğraf gibidir. Sizin de görebileceğiniz gibi bu fotoğraf, suların gerçek düzeyini hiçbir zaman göstermeyecektir, tıpkı tek bir kan şekeri ölçümünün fazla bir şey ifade etmediği gibi. Tek bir kan şekeri ölçümü, tedavinin düzenlenmesinde yardımcı olamaz.
Eğer diyabetli bir kişi kendini iyi hissetmiyorsa, o an yapılacak bir test ile bu hissettiklerinin kan şekeri düşüklüğünden mi, yoksa yüksekliğinden mi kaynaklandığını gösterecektir. Hatta bazı dönemlerde fiziksel olarak bir değişim yaşanmasa da kan şekeri düzeyi o kadar iyi olmayabilir. Kan şekerinin hafif yükseldiği durumlarda diyabetli iyi şeyler hissedebilir ve sorunu fark etmeyebilir. Ancak ne yazık ki, bu seviyeden daha yükseğe çıktığında yaşanan tablo değişir ve uyku hali, yorgunluk gözlenebilir. Hatta ketozise, sonra da ketoasidoza kadar gidebilir. Bu noktada durumu erken fark etme problemi daha başında çözmeye yarar.
Sonuç için 1-2 dakika yeterli
Başta da belirttiğimiz gibi, diyabetli kişinin günde sadece birkaç dakikasının ayırarak kan şekerini kendisinin takip etmesi son yıllarda diyabet takibindeki en önemli ilerlemelerden biri olarak gösteriliyor. Bu gelişme sayesinde diyabetin tedavi planlaması kökünden değişime uğradı. Evde kan şekeri testi ile kişiler kendi diyabetlerini kontrol altına alarak, kendi metabolik durumunu anında öğrenebiliyor ve en önemlisi, diyabet tedavisinde ve yönetiminde pasif olmaktan çıkıp doktorlar ve diğer sağlık personelinden oluşan takımın bir parçası haline geliyor.
Kan şekerinin kontrolü sırasında, iki önemli noktayı hatırlamakta fayda var. Kan şekerindeki dalgalanmalar, birçok diyabetlinin aklını karıştırır. Kan şekeri, açlıkta düşük, tokluğun ilk yarım saati ile bir saati arasında en yüksek değerine ulaşır. Bir saatten sonra zamanla düşer.
On-onbeş yıl öncesine dek bir diyabetlinin kendi kan şekeri ölçümünü yapmak mümkün değildi. Diyabetliler, idrar şeker testi ile izleniyordu. Ancak burada önemli bir ayrıntı bulunmaktaydı, idrarda şeker, kan şekeri kanda yükseldikten bir süre sonra çıkabilir. Daha önemlisi idrarda şeker testi, normal sınırın altındaki kan şekeri hakkında (örneğin hipoglisemide) bilgi vermez.
Diyabet; kandaki glukoz konsantrasyonunun normalden yüksek olması ile kendini belli eden bir metabolizma hastalığıdır. Bunun nedenini anlayabilmek için vücudumuzun gerekli enerjiyi nasıl sağladığını bilmemiz gerekir. Her yemekte nişasta veya şeker alarak karbonhidrat tüketiriz. Sindirim sırasında karbonhidratlar glukoz ve diğer elemanlarına dönüşür ve bağırsaklardan emilerek kan dolaşımına katılır. Hücreler kan dolaşımı ile gelen glukozu alarak enerjiye dönüştürürler. Ancak glukozun hüçre içine girmesi için bir hormona ihtiyaç vardır. İşte bu hormon insülindir. Yemeklerden sonra kandaki glukoz düzeyi artar. İnsülin hormonu sayesinde glukoz hüçre içine alınır ve enerjiye çevrilir. Böylece kanda glukoz seviyesi düşer. Eğer insülin hormonu hiç üretilmiyorsa veya gerekenden az üretiliyorsa ya da glukozun hücre içine girmesini sağlamıyorsa kanda glukoz ( kan şekeri ) düzeyi artar. Bu durumda şeker hastalığı ortaya çıkar.
Diyabetin bazı erken belirtileri vardır. Kan şekeri yüksek olan kişilerde başlangıçta yorgunluk, halsizlik,iştahsızlık, sık idrara çıkma, susama, yara ve berelerin uzun zamanda iyileşmesi gibi belirtiler vardır. Eğer ailenizde şeker hastası olan varsa bu hastalığa yakalanma riskiniz daha fazladır. Bu belirtilerle doktorunuza başvurduğunuz taktirde doktorunuz kan şekerinizin de belirlenmesini isteyecektir.
Hipoglisemi nedir , Kan Şekerinin Düşmesi , Kan Şekeri Düşüklüğü
Hipoglisemi Nedir ( Kan Şekeri Düşüklüğü )
Hipoglisemi Nedir
Kan şekerinin normal sayılan sınırın altına inmesine hipoglisemi denir. Bir çok insan tarafından öyle sanılsa da sık rastlanan bir olay değildir ve daha çok insülin veya ağızdan şeker düşürücü ilaç alanlarda görülür. Diğer bir deyişle; Kan şekeri düzeyinin 50 mg/dl veya altına düşmesi hipoglisemi olarak tanımlanır. Hipogliseminin oluşumuna zemin hazırlayacak nedenler ortadan kaldırıldığında hipoglisemi riski de uzaklaştırılmış olur, Aksi takdirde insülin veya oral antidiyabetik ilaç kullanan herkeste hipoglisemi görülebilir.
Hipoglisemi Nedenleri , Hipogliseminin Görülme sıklığı , Hipogliseminin Risk faktörleri
Çok fazla insülin veya ağızdan alınan şeker düşürücü ilaçlardan, az yemekten veya fazla hareketten olabilir. Şeker hastası olamayanlarda hipoglisemi bazı urlar veya aç karnına alınan alkolden kaynaklanabilir. Addison Hastalığı ( böbrek üstü bezi yetmezliği ) da hipoglisemiye neden olur.
- Gereğinden fazla insülin veya oral antidiyabetik kullanmak,
- Yemekleri ve ara öğünleri düzensiz saatlerde yemek
- Öğünlerde gereksinimden az karbonhidrat almak
- İlaçları yanlış zamanda kullanmak,
- Her zamankinden fazla egzersiz yapmak,
- Alkol kullanmak,
- Kadınlarda adet kanamasının başlaması,
- İnsülin enjeksiyonlarının yerini değiştirmek,
- Sindirim güçlüğü, mide boşalmasının gecikmesi,
- Soğuk/ılık ortamdan çok sıcak ortama geçmek.
Hipogliseminin Belirtileri
Belirtiler kişiden kişiye değişmekle beraber en sık görülenler şunlardır : Halsizlik Titreme Baş dönmesi Soğuk ter boşanır Cilt kül rengi veya soluktur Sinirlilik Açlık hissi Bulanık görme Yürümede zorluk Eller ve ayaklarda karıncalanma Bilinç kaybı ( bazı vakalarda ) çocuklarda kasılmalar ve yaşlılarda felç ( ender olarak )
Hipoglisemi Hastalığının Tanı / Teşhis
Hipoglisemi ( kan şekeri düzeyinde düşüklük ) teşhisi, kan şekerinin ölçülmesine ve pankreas işlevleri incelenmesi ile ilgili deneylere dayanır ( ağızdan ve damardan şeker yükleme testleri, damar içi tolbütamit testi, insüline dayanıklılık testi vs. )
Hipogliseminin Tedavisi
Hipogliseminin acil olarak tedavi edilmesi gerekir. Tedavi her şeyden önce, kas içine glukagon iğnesi ( kan şekerini yükseltir ) yapmaya, hemen sonra da hastanın şeker almasına dayanır. Olanak varsa şeker ağızdan verilmelidir; olanak yoksa, damar içine damla damla yoğun şeker eriyiği verilmesine başvurulmalıdır.
Hipoglisemi Tedavisinde 15/15 Kuralı Nedir?
Eğer kan glikoz düzeyi 70 mg/dl’nin altında ise 15 g karbonhidrat (basit şeker) alınır, hareket etmeden ve başka bir besin yemeden 15 dakika beklenir ve 15. dakikada tekrar kan şekeri ölçülür. Hipoglisemiyi tedavi ettikten 15 dakika sonra kan şekeri 80 mg/dl’nin altında ise tekrar 15 g karbonhidrat (nişastalı besin) tüketilir.
Hipoglisemiyi tedavi ettikten 15 dakika sonra kan şekeri 80 mg/dl’nin üstünde ise bir sonraki öğün zamanı düşünülmelidir. Eğer bir sonraki öğüne 1 saat veya daha fazla bir süre var ise tekrar 15 g karbonhidrat (nişastalı besin) tüketilir.
Hipoglisemi Tedavisi için Alınması Gereken Tedbirler Nelerdir?
Hipoglisemi tedavisi için gerekli olan en önemli tedbir, diyabetlinin yanında, iş yerinde, çantasında, arabasında kesme şeker veya glikoz tabletlerini bulundurmasıdır.
Diyabetlinin çevresindeki insanlar hipoglisemisi olan diyabetlide ki huzursuzluk, solukluk, terleme, dalgınlık ve davranış bozukluğunu fark edebilirler. Bu nedenle gerek diyabetli kişinin, gerek çevresinin (aile, okul arkadaşları, öğretmenleri gibi) hipoglisemi belirtileri ve tedavisi konusunda bilgilendirilmesinde son derece yarar vardır. Ayrıca diyabetlinin yanında taşıyacağı diyabet kartı da, hipoglisemideki alınacak acil önlemleri içermelidir.
Yaşadığınız bir hipoglisemi atağından sonra bu hipogliseminin nedeni neydi? Hangi etkiler bu durumu yaşamanıza sebep oldu? gibi soruları kendinize sorduğunuzda ve bulduğunuz nedeni daha sonra tekrarlamadığınız taktirde hipoglisemi riskinden uzaklaşmış olursunuz.
Hipoglisemiyi Farketmeme Nedir?
Bazı kişilerde hipoglisemi belirtisi olmayabilir ancak kan şekeri ölçüldüğünde hipoglisemi olduğu saptanabilir. Bu problem ‘hipoglisemiyi farketmeme’ olarak isimlendirilir.
Hipoglisemiyi farketmeme her diyabetlide olmaz, daha çok uzun yıllardır diyabetle yaşayan bireylerde görülür. Nöropati (sinir hasarı), sıkı glisemi kontrolü, bazı kalp ve tansiyon ilaçları hipoglisemiyi farketmeme nedeni olabilmektedir.
Hipoglisemiyi farketmeyen diyabetlilerin sık kan şekeri ölçümü yapması ve belirti olmamasına karşın ölçüm sonucunda hipoglisemi saptanırsa derhal hipoglisemi tedavisini yapmaları gerekir.
Hiperglisemi nedir , Kan Şekerinin Yükselmesi
Hiperglisemi Nedir ?
Hiperglisemi kanda şekerin normalin çok üstünde bulunması anlamına gelen tıbbi bir terimdir. Kan şekerinin normal sınırların üzerine çıkmasının sebepleri, ilaçların gerektiği kadar alınmaması, çok fazla yemek yemek, egzersiz yapmamak ve bir başka hastalığın oluşması ya da stres gibi durumlardır.
Hiperglisemide görülen en önemli belirtiler, her zamankinden daha fazla susamak ve acıkmak, sıkça idrara çıkmak, deride kuruluk ve kaşıntı, bulanık görmek ve yaraların yavaş iyileşmesidir.
Tedavide mutlaka diyete dikkatli bir şekilde uymak, ilaçları zamanında kullanmak, egzersizleri düzenli bir şekilde sürdürmek ve düzenli olarak kan şekerini ölçtürmek esastır.
Hiperglisemiye genellikle aşağıdaki olaylar neden olur;
• Yeterli miktarda insülin enjekte etmemeniz
• Başka bir nedenle hastalanmanız
• Çok fazla yemek yemeniz
• Her zamanki eksersizinizi yapmamanız
Eğer Sizde Hiperglisemi çıkarsa ne olur?
Eğer aşağıdaki belirtiler varsa kan şekerinizi mutlaka kontrol edin.
• Her zamankinden daha fazla susarsanız
• Her zamankinden daha fazla acıkırsanız
• Sık sık idrar yaparsanız
• Gece boyunca idrar yapmak için uyanırsanız
• Kendinizi her zamankinden daha yorgun ve uykulu hissederseniz
• Bulanık görürsünüz
• Kesikleriniz ya da yaralarınız yavaş iyileşir
Eğer Hipergliseminiz olduğunu düşünüyorsanız ne yaparsınız?
Özellikle eğer kan şekerinizi düzenli bir şekilde kontrol etmiyorsanız mutlaka doktorunuzu aramalısınız. Her zamanki günlük diyabet tedavisi uygulamanıza dönmeniz, kan şekeri yükselmesinin en iyi tedavi yöntemidir.
Şu bakımlardan emin olun.
Diyetinize titizlikle uymalısınız,
Diyabet ilaçlarınızı ( ağızdan alınan veya insülin ) zamanında ve doğru olarak kullanmalısınız,
Düzenli fizik eksersizleri yapmalısınız,
Her gün kan şekerinizi ölçmelisiniz.
Sizin için geçerli olan kan şekeri seviyelerinizi doktorunuzdan mutlaka öğrenerek kontrol edebileceğiniz bir yere kaydedin.
Diyabet Sözlüğü , Diyabet Terimleri
Alfa hücreleri: Pankreasın Langerhans adacıklarında bulunan ve glukagon üreten hücreler
Aseton: Vücut yağlardan enerji elde ettiğinde ortaya çıkan ve ketonlar olarak adlandırılan maddelerden biri
Aspartam: Düşük kalorili yoğun bir tatlandırıcı
Balayı dönemi: İnsülin tedavisine başlandıktan kısa bir süre sonra dozunun azaltıldığı dönem
Berrak insülin: Kristalize insülin
Beta blokerler: Stres hormonlarının kalp damar sistemi üzerindeki etkilerini bloke eden ilaçlar
Beta hücreleri: Pankreasın Langerhans adacıklarında bulunan ve insülin üreten hücreler
Diyabet: Yüksek kan şekeri ile karakterize pankreas rahatsızlığı
Diyabet komplikasyonları: Yeterli düzeyde kontrol edilemeyen kan şekerinin kısa ve uzun vadeli olumsuz sonuçları
Diyabetik amyotrofi: Diyabete bağlı olarak belli sinirlerin hasarı sonucu bacaklarda ağrı ve/veya güç kaybı ile seyreden nadir bir durum.
Diyabetik koma: Genellikle ketoasidoz ve bilinç kaybı ile birlikte bulunan aşırı kan şekeri yükselmesi sonucu görülen bilinç yitimi
Diyabetik nefropati: Şeker hastalığı seyrinde ortaya çıkan böbrek rahatsızlıkları
Diyabetik nöropati: Şeker hastalığı seyrinde ortaya çıkan sinir sistemi rahatsızlıkları
Diyabetik retinopati: Şeker hastalığı seyrinde ortaya çıkan göz rahatsızlıkları
Enjektör: İğne yapmaya yarayan cihaz
Fruktoz: Doğal olarak meyvelerde bulunan şeker
Gestasyonal diyabet: Gebelik sırasında oluşan şeker hastalığı
Glikojen: Karbonhidratların karaciğerde depolanma şekli
Glikolize hemoglobin: Kan şekeri kontrolünün ne kadar "yeterli" olduğunu gösteren kriterlerden biri
Glikoz: Karbonhidratların sindirimi sonu açığa çıkan bir şeker türü
Glikoz tolerans testi: Diyabet tanısı için kullanılan test
Glikozüri: İdrarda glikoz bulunması
Glokom: Göz küresinin içindeki basıncın artmasına neden olan hastalık
Glukagon: Kan şekerini yükselten ve pankreasın alfa hücrelerinde üretilen bir hormon
Hemoglobin: Alyuvarlardaki renk veren madde, glikozun bağlandığı bölüm
Hiperglisemi: Kan şekerinin yükselmesi
Hipoglisemi: Kan şekerinin düşüklüğü
Hormon: İç salgı bezlerinden kana verilen protein yapısındaki madde
İmpotans: İktidarsızlık
İnsülin: Kan şekerini dengeleyen ve pankreasın beta hücrelerinden salınan hormon
İnsülin reaksiyonu: Kan şekeri düşmesinin diğer adı
İntradermal: Cilt içine
İntramusküler: Kas içine
Kalori: Enerji veya ısı ölçü birimi
Ketoasidoz: İnsülin eksikliğine bağlı olarak yağların yakılmasının sonucunda keton ve asit oluşumu ile seyreden ciddi bir durum.
Keton: Enerji elde etmek üzere vücuttaki yağlar kullanıldığında açığa çıkan asit yapısındaki madde
Ketonüri: İdrarda aseton ve keton bulunması
Ketoz: Kanda keton cisimciklerinin aşırı artması
Lipoatrofi: İğne yapılan yerde yağ dokusunun azalması
Pankreas: Sindirim sistemine dahil olan ve insülin salgılayan, midenin arkasında yer alan bez
Sakarin: Kalori içermeyen sentetik bir tatlandırıcı
Sülfonilüreler: Pankreasın insülin salgılanmasını uyararak kan şekerini düşüren haplar
Tip 1 Diyabet: Yalnızca diyet veya haplarla tedavi edilmeyen insüline bağımlı diyabet
Tip 2 Diyabet: İnsüline bağımlı olmayan diyabet
Toksemi: Toksinlerin (zehirlerin) emilimi sonucunda vücudun zehirlenmesi
Diyabet Sözlüğü , Diyabet Terimleri
Alfa hücreleri: Pankreasın Langerhans adacıklarında bulunan ve glukagon üreten hücreler
Aseton: Vücut yağlardan enerji elde ettiğinde ortaya çıkan ve ketonlar olarak adlandırılan maddelerden biri
Aspartam: Düşük kalorili yoğun bir tatlandırıcı
Balayı dönemi: İnsülin tedavisine başlandıktan kısa bir süre sonra dozunun azaltıldığı dönem
Berrak insülin: Kristalize insülin
Beta blokerler: Stres hormonlarının kalp damar sistemi üzerindeki etkilerini bloke eden ilaçlar
Beta hücreleri: Pankreasın Langerhans adacıklarında bulunan ve insülin üreten hücreler
Diyabet: Yüksek kan şekeri ile karakterize pankreas rahatsızlığı
Diyabet komplikasyonları: Yeterli düzeyde kontrol edilemeyen kan şekerinin kısa ve uzun vadeli olumsuz sonuçları
Diyabetik amyotrofi: Diyabete bağlı olarak belli sinirlerin hasarı sonucu bacaklarda ağrı ve/veya güç kaybı ile seyreden nadir bir durum.
Diyabetik koma: Genellikle ketoasidoz ve bilinç kaybı ile birlikte bulunan aşırı kan şekeri yükselmesi sonucu görülen bilinç yitimi
Diyabetik nefropati: Şeker hastalığı seyrinde ortaya çıkan böbrek rahatsızlıkları
Diyabetik nöropati: Şeker hastalığı seyrinde ortaya çıkan sinir sistemi rahatsızlıkları
Diyabetik retinopati: Şeker hastalığı seyrinde ortaya çıkan göz rahatsızlıkları
Enjektör: İğne yapmaya yarayan cihaz
Fruktoz: Doğal olarak meyvelerde bulunan şeker
Gestasyonal diyabet: Gebelik sırasında oluşan şeker hastalığı
Glikojen: Karbonhidratların karaciğerde depolanma şekli
Glikolize hemoglobin: Kan şekeri kontrolünün ne kadar "yeterli" olduğunu gösteren kriterlerden biri
Glikoz: Karbonhidratların sindirimi sonu açığa çıkan bir şeker türü
Glikoz tolerans testi: Diyabet tanısı için kullanılan test
Glikozüri: İdrarda glikoz bulunması
Glokom: Göz küresinin içindeki basıncın artmasına neden olan hastalık
Glukagon: Kan şekerini yükselten ve pankreasın alfa hücrelerinde üretilen bir hormon
Hemoglobin: Alyuvarlardaki renk veren madde, glikozun bağlandığı bölüm
Hiperglisemi: Kan şekerinin yükselmesi
Hipoglisemi: Kan şekerinin düşüklüğü
Hormon: İç salgı bezlerinden kana verilen protein yapısındaki madde
İmpotans: İktidarsızlık
İnsülin: Kan şekerini dengeleyen ve pankreasın beta hücrelerinden salınan hormon
İnsülin reaksiyonu: Kan şekeri düşmesinin diğer adı
İntradermal: Cilt içine
İntramusküler: Kas içine
Kalori: Enerji veya ısı ölçü birimi
Ketoasidoz: İnsülin eksikliğine bağlı olarak yağların yakılmasının sonucunda keton ve asit oluşumu ile seyreden ciddi bir durum.
Keton: Enerji elde etmek üzere vücuttaki yağlar kullanıldığında açığa çıkan asit yapısındaki madde
Ketonüri: İdrarda aseton ve keton bulunması
Ketoz: Kanda keton cisimciklerinin aşırı artması
Lipoatrofi: İğne yapılan yerde yağ dokusunun azalması
Pankreas: Sindirim sistemine dahil olan ve insülin salgılayan, midenin arkasında yer alan bez
Sakarin: Kalori içermeyen sentetik bir tatlandırıcı
Sülfonilüreler: Pankreasın insülin salgılanmasını uyararak kan şekerini düşüren haplar
Tip 1 Diyabet: Yalnızca diyet veya haplarla tedavi edilmeyen insüline bağımlı diyabet
Tip 2 Diyabet: İnsüline bağımlı olmayan diyabet
Toksemi: Toksinlerin (zehirlerin) emilimi sonucunda vücudun zehirlenmesi
Diyabetlilerin Psikolojik Durumu , Şeker Hastalarının Psikolojik Durumu
Diyabet, yaşam boyu süren ve hastayı olduğu kadar yakınlarını da ilgilendiren bir hastalıktır. Tüm kronik hastalıklarda olduğu gibi, sürekli tedavi gerektirmesi, çok sayıda ilaç kullanımı, bir çok organı etkileyip komplikasyonlara neden olması, hastada psikolojik bozukluklara neden olur ve depresyona eğilimi arttırır.
Beyinin enerji kaynağının glikoz olduğu düşünülürse, hipoglisemi durumlarında, sinirlilik, tahammülsüzlük, kişilik değişikliklerinin olması olayın fizyolojik boyutunu da ortaya koymaktadır. Hem fizyolojik hem de psikolojik bu faktörler hasta yakınlarına anlatılmalı ve hastaya destek olmaları öğütlenmelidir.
Çocuk veya çok yaşlı hastalarda, kan şekeri ölçümü, insülin uygulaması gibi konularda aile ve yakın çevresi (okul vb.) tıbbi yardım da yapacağından, bu konularda da yeterli eğitim kendilerine verilmeli, hastaya tam destek sağlanmalıdır.
Diyabet - Şeker Hastalığı ve Obezite Şişmanlık
Obezite yani şişmanlık, vücuttaki yağ dokusunun fazlalığı ve kilo artışıdır. Obeziteyi belirleyen, genetik, çevresel etkenler, sosyoekonomik durum, metabolik hastalıklar, ilaçlar gibi birçok faktör vardır. Genelde hastaların eğilimi, daha çok bu faktörleri sorumlu tutmak yönünde olsa da; obezitenin en önemli nedeni, gereğinden fazla gıda alımıdır.
Günümüzde çalışma hayatının yoğun temposu, mutfağa ayrılan zamanın azalması, çabuk ve kolay hazırlanıp tüketilen yiyecekleri daha fazla hayatımıza katmıştır. Bu besinler de, sebze ve meyveden uzak, fazla miktarda şekerli, yağlı ve yüksek kalorili yiyecekler olup, özellikle çocukların ve gençlerin damak tadına daha hoş gelmektedir. Egzersizden uzak yaşantıyı benimseyip, en kısa mesafeler için bile araba kullanmak, özellikle bilgisayar ve televizyon karşısında geçirilen zamanlar da buna eklenince obezite kaçınılmaz olmaktadır.
Obezite yalnız estetik bir sorun olmayıp bir çok hastalığın ortaya çıkmasını kolaylaştırır;
Tip 2 Diyabet, hipertansiyon, arteriosklerotik kalp hastalıkları, menstrial siklus bozuklukları, gebelik komplikasyonlarında artış, safra kesesi taşları, yağlı karaciğer, uyku apnesi, osteoartrit, depresyon bunlardan birkaçıdır.
Obezitenin belirlenmesinde önemli ölçüm, beden yağ oranıdır. Bu oran kadında, % 20-25; erkekte, % 15-18'dir. Ancak, bu ölçüm hassas olsa da uygulanması güç bir yöntemdir. Bu nedenle, daha kolay uygulanan Beden Kitle İndeksi ( BKİ ) kullanılır. BKİ, ağırlığın boyun karesine bölünmesi ile elde edilir. İdeal olan, 20-25 kg/m2 dir. 25-30 kg/m2, fazla kilolu; 30 kg/m2 üzeri, obez; 40 kg/m2 üzeri, morbid obez olarak tanımlanır.
Obezitede beden yağı artar demiştik. Bu yağın hangi bölgelerde dağılmış olduğu da önemlidir. Karın ve bel çevresinde artan yağ dokusu, diyabet riskini daha fazla arttırır. Tip 2 Diyabet ile obezite arasında çok yakın ilişki olup, Tip 2 Diyabet olan bireylerin % 80'i şişmandır. Obezite, insülin direncine neden olmakta, bu da diyabet oluşumunu kolaylaştırmaktadır. Obezite aynı zamanda diyabet tedavisi ve kan şekeri kontrolünü de zorlaştırmaktadır. Kilo verme ve egzersiz ile kan şekeri kontrolü çok daha kolay olmakta, oral antidiyabetik ilaç dozları da obez hastalara göre belirgin olarak azalmaktadır.
Diyabet ve obezite arasındaki bu yakın ilişki düşünüldüğünde, erken alınacak önlemler ile sonuçların yüz güldürücü olacağı açıktır. Son yıllarda yapılan çalışmalar, yaşam tarzı değişikliklerinin Bozulmuş Glikoz Toleransı' nın ( BGT ), Tip 2 Diyabet'e ilerlemesini engelleyebildiğini göstermiştir. Örneğin; Finnish Diabetes Prevention Study'de, kilo verme, yüksek posalı, düşük yağ içeren diyet ve artmış egzersizle, Bozulmuş Glikoz Toleransı olan ve aşırı kilolu kişilerde Tip 2 Diyabet'e gidiş % 58 oranında azalmıştır.
Obezite de, diyabet ve hipertansiyon gibi kronik bir hastalık olarak düşünüldüğünde, tedavisi zor ve uzundur. Egzersiz, düşük kalorili diyet, psikolojik destek gibi çok sayıda komponenti olan obezite tedavisinden önce, obezitenin oluşumunu önlemek her zaman olduğu gibi daha önemlidir. Bu nedenle de bunun hayatın ilk yıllarından itibaren ele alınması gereken bir konu olduğu unutulmamalıdır. Çocukların beslenmesindeki bilinçsiz davranışlar, obezitenin temel taşlarını hazırlamaktadır. Çünkü çocuklukta yağ hücreleri ve adipöz doku kütlesindeki artış, obezite hazırlayıcısıdır. Obezlerde bu adipöz doku kütlesi, normal şahıslardan 5 kat fazladır. Bilindiği gibi diyet yapmak da yağ hücresi sayısını değil, boyutunu azaltır.
Beslenme alışkanlıkları, hareketsiz bir yaşam tarzı önümüzdeki yıllarda obezitenin daha da artan bir sıklıkla devam edeceğini göstermektedir. Ancak sevindirici olan, eskiden şişmanlık, sağlıklı olmanın göstergesiyken, günümüzde ciddi bir sağlık sorunu olarak görülmektedir. Bu konuya verilecek önem ve yapılacak eğitimlerle "Bir dirhem etin bin ayıp örtmediği" , hatta bir çok hastalığı da beraber getirdiği öğretilirse; başta diyabet olmak üzere bazı hastalıkların ortaya çıkması önlenebilir veya geciktirilebilir ve tedavileri kolaylaşabilir.
Diyabet ve Alkol
Alkol
Biz diyabetlilerde alkol alımının tamamen yasaklanmasını önermiyoruz. Bununla birlikte, alkolün etki mekanizmasını bilerek, kararında içmek, sarhoş oluncaya kadar içmemek önemlidir. Henüz kanunen alkol alacak yaşta değilseniz, alkol alıp almamanız konusunda son söz her zaman anne-babanızındır. Alkol satın alabileceğiniz yaş sınırı ülkeden ülkeye değişmektedir. Biz diyabet kliniğinde ne herhangi birşeyi yapmanıza izin vermek ne de yasak koymak durumundayız. Biz size sadece etki mekanizmalarını anlatarak özellikle nelerin farkında olmanız gerektiğini söyleyebiliriz.
Karaciğerde tıkanma
Alkol, karaciğerdeki enzimleri alkolün yıkılması ile meşgul ederek karaciğerin yeni glukoz üretimini (glukoneogenezis) etkisiz hale getirmektir. Karaciğer yine de glikojen depolarından glikoz açığa çıkabilir fakat depolar boşaldığında hipoglisemi ortaya çıkacak ve alkol alımından sonra kanda kortizon ve büyüme hormonu konsantrasyonu azalacaktır.
Her iki hormonun salınımından 3-4 saat sonra ortaya çıkan kandaki glukoz seviyesinin arttırıcı etkileri bulunmaktadır. Bu durum alkol alımından saatler sonra hipoglisemi riskinin artması riskini açıklamaktadır. Karaciğerin serbest yağ asitleri üretme yeteneği de azalacaktır. Bu biyolojik faktörlerin birlikteliği hipoglisemi riskinin alkol alımından sonra önemli ölçüde artmasına neden olur.
Alkolün karaciğerdeki glukoz üretimini bloke ettiği çok iyi bilinen bir gerçektir. Bu yemek yemeden önce bir kokteyl alınması geleneğini açıklamaktadır. Alkol karaciğeri bloke edecek, kan glukoz seviyesi hafif düşecek ve bu durum iştahın artmasına neden olacaktır. Diyabet hastalığında kan şekerinin çok düşük düzeylere düşme riski bulunmaktadır. Alkolün bu etkisi vücudunuzdaki alkolün karaciğerde parçalanması için geçen süre kadar devam eder.
Karaciğer, kg başına vücut ağırlığına göre, saatte 0.1 gr (1.5 grains) saf alkolü parçalamaktadır. Örneğin vücut ağırlığınız 70 kg (155 pound) ise, bir şişe az alkollü biradaki alkol bir saatte, 4 cl likörde 2 saatte ve bir şişe şarapta 10 saatte parçalanacaktır. Bu nedenle, eğer akşam alkol alırsanız, bütün gece ve kısmen ertesi gün hipoglisemi riskiniz olacaktır.
Diyabette alkollü olmak neden tehlikelidir?
Diyabetiniz varsa, insülininizi zamanında ve doğru dozda almak ve insülin eksikliği yada hipoglisemide kendinizi iyi hissetmediğinizi anlamanız gibi çoğu zamanda berrak düşünebilmeniz gereklidir. Eğer alkollü iseniz alkol aldıktan sonra güvenli olarak araba kullanamassınız. Alkol alımından sonra gelişen ağır hipogliseminin diyabetli gençlerde çlüme yol açtığı gçrülmüştür. Yakın zamanda yapılan çalışmalar, alkolün hipoglisemideki rolünün, karaciğerin glıkoz üretim yeteneğinin kısıtlanmasından daha çok hipogliseminin saptanabilirliğinin azalmış olmasıyla ilgili olduğunu göstermektedir.
Yapılan bir çalışmada yetişkin diyabetlilere yemekle birlikte 1 g/kg (34 grains/pound) vücut ağırlığına eş değer alkol (yemekle birlikte aperatif alkol 4 cl votka, ½ şişe şarap ve kahve ile birlikte 4 cl konyak) verilmiştir. Bir yetişkinde bu miktardaki alkolün yıkılması için yaklaşık 10 saat gerekmektedir. Bu yetişkinlerde kandaki alkol yoğunluğu en fazla yaklaşık ‰ 1 (22 mmol/L)'e ulaşmıştır. Ertesi sabah saat 10'a kadar yinelenen kan glukozu değerleri aynı kişilerin aynı miktarlarda maden suyu içtikleri kontrol günündeki ölçümlere yakın değerlerde bulunmuştur. Bu kişilerin hiç birinde hipoglisemi bulguları görülmemesine karşın açlık kan glukozu düzeyleri alkol alımından sonraki sabah yapılan ölçümlerden ortalama 0.7 mmol/L (13 mg/dL) daha düşüktü.
Temel kurallar
Alkol alırken her zaman bir şeyler yiyin. Ertesi günde hipoglisemi risk olacağından yediklerinizin " uzun etkili" karbonhidratlar olması gerektiğini hatırlayın. Şeker içeren alkollü içecekler (likör gibi) başlangıçta kısa bir süre kan glukoz düzeyinin yükselmesine daha sonra hipoglisemi riskinin ortaya çıkmasına neden olur. Bir kadeh biradaki karbonhidrat oranı yaklaşık bir bardak sütteki ile aynıdır.
Diyabetli bir yetişkin eğer aynı zamanda yemek yiyorsa ılımlı miktarlarda alkol alabilir. Yemekle birlikte alınan 1-2 kadeh şarap ya da 6-8 cl (1/5-1/4 sıvı ounce) likör ertesi geceki hipolisemi riskini artırmaz.
Aşırı miktarda alkol aldığınızda ne yapmalısınız?
Yatmadan önce fazladan bir şeyler yiyin. Bu durumda, birkaç saat süre boyunca kan glukozunun yavaş yükselmesini sağlayan patates kızartması (gevreği) yiyebilirsiniz. Yatmadan önceki kan glukoz düzeyi 10 mmol/L (180 mg/dL)' den daha az olmalıdır. Hipoglisemiden kaçınmak için gece yatmadan önceki insülin dozunu 2-4 ünite azaltın. Tek başınıza yatmayın - gece boyunca ciddi hipogliseminizin çıkması durumunda size yardımcı olacak birine ihtiyacınız olacaktır. Eğer eve çok geç gelirseniz anne veya babanızı durumunuzdan haberdar etmeyi ihmal etmeyin. Her ne kadar utandırıcı olsa da aslında bu sizin yaşam sigortanız olabilir. Ertesi sabah kalkar kalkmaz iyi bir kahvaltı etmeyi ihmal etmeyin. Alkol alınması halinde glukagonun kan glukozu düzeyini artırıcı etkisinin daha zayıf olacağını bilmek önemlidir. Bunun nedeni alkolün, glukaganun karaciğerdeki glukoz üretimini arttırıcı yeteneğini engellemesidir.
Diyabette Cinsellik , Diyabet ve Cinsel Yaşam
Erkekte cinsel aktivite nasıl gerçekleşir?
Erkekte testisler (yumurtalıklar) görevlerini yerine getirdiği zaman normal libido (cinsel arzu), cinsel aktivite vardır ve/veya kendiliğinden gün içinde veya gece sertleşme görülür. Ereksiyon (sertleşme) erkek cinsel organının kasları, sinirleri ve damarları arasındaki uyum sonucu gelişir. Diyabetli erkeklerde ereksiyon bozukluğuna neden olan iki ana faktör vardır: diyabetik damar ve sinir hastalıkları.
Erektil disfonksiyon ne anlama gelmektedir?
Erkek cinsil organında (penis) ereksiyon olmaması veya olan ereksiyonun korunamaması durumuna erektil disfonksiyon denir. Erektil disfonksiyon gelişmekte olan diyabetin habercisi olabilir.
Diyabet erkekte nasıl erektil disfonksiyona sebep olur?
Diyabet beyinden çıkan sinyallerin erkek cinsel organına ulaşmasını etkiler ve ereksiyon için gerekli kan akımını kontrol eden sinirlerin görevini bozar.
Erektil disfonksiyon neden önemli bir durumdur?
Erektil disfonksiyon diyabetli erkeklerin %50-70'inde görülür. 20-29 yaş aralığında %9 iken 70 yaşında %95'e yükselmektedir. Diyabet tanısı konduktan sonra ilk on yıl içinde erkeklerde açık olarak erektil disfonksiyon gelişir. Erektil disfonksiyon diyabetlide damar sertliği varlığının bir göstergesi ve hatta kalp krizi riskinin belirleyicisi olabilir.
Erektil disfonksiyon değerlendirilmesi nasıl olmalıdır?
Erektil disfonksiyonu bulunan erkek ilk muayenesine eğer mümkünse eşiyle birlikte alınmalıdır. Böylelikle eşlerin ilişkisi ve bu bozukluğun düzelmesi halinde bu ilişkiyi nasıl katkıda bulunabileceğinin değerlendirilmesi yapılabilir.
Erektil disfonksiyon için hekime başvuran hastada sırasıyla aşağıdaki değerlendirme yapılmalıdır:
1. Öykü, özellikle tıbbi ve cinsel özgeçmiş
2. Fizik muayene ve pisikolojik değerlendirme
3. Hemoglobin A1c, testosteron, prolaktin ve tiroid fonksiyon testleri
4. Gece ereksiyon testleri (uykuda ereksiyon olmaması fiziksel bir nedenin varlığına işarat eder)
5. Sinir sistemini ve damarları değerlendiren testler
Gerçek neden nedir?
Erektil disfonksiyonu bulunan erkeklerin en önemli sorununu onlar için mahrem bir konuyu herkese açamamaları, doğru ve yeterli hikayeyi verememeleri oluşturmaktadır. Böyle bir yaklaşım doktoru doğru teşhisten uzaklaştırmaktadır. Ne tür bir problemin olduğunu belirlemek işin püf noktasıdır. Sorun kısmi sertleşme kaybı mı yoksa hiç sertleşme kaybı mı yoksa hiç sertleşme olmaması mıdır? Diyabetteki doğal seyir yavaş ilerleyen ve genellikle yıllar sonra tam bir kayıpla sonlanan bir ereksiyon bozukluğudur. Libido, yani cinsel arzu kaybı genelde yoktur. Psikojenik erektil disfonksiyonda olduğu gibi kayıp ani değildir; sabah, gece ve refleks ereksiyonlar kaybolmuştur ve zamanla ağırlaşan bir tablo çizilir.
Erektil disfonksiyonu olan diyabetli erkeklar için tedavi seçenekleri nelerdir?
Erektil disfonksiyonu olan diyabetli erkekler için üç belli başlı tedavi seçeneği bulunmaktadır:
1. Erektil disfonksiyona neden olabilecek ilaçların kesilmesi ve/veya psikolojik destek
2. İlaç tedavisi
3. Cerrahi tedavi
1. Herhangi bir tedaviye başlamadan önce erektil disfonksiyona neden olacak her türlü ilacı kesmek gerekmektedir. Sigara ve alkol bunların başında gelmektedir. Bazı tansiyon ilaçları, merkezi sinir sistemi üzerine etki yapan ve hormonal dengeyi bozan ilaçlar erektil disfonksiyondan sorumlu tutulabilir. Depresyon diyabetlilerde sık rastlanan bir hastalıktır ve psikojenik destek tedavisi veya ilaç tedavisi kişinin cinsel performansını arttırabilir.
2. Transuretral (penis içine) yerleştirme ile veya kendi kendine penise enjeksiyon yaparak ilaç verme uygulamaları yanısıra bugün ağızdan alınan, sildenafil denen bir maddeyi içeren ilaç kullanıma girmiştir. Hayati yan etki taşıma riski sebebiyle hiç bir ilaç doktor tavsiyesi dışında alınmamalı ve uygulanmamalıdır. İlaçların etki etmediği durumlarda vaküm yaratarak penisin kanla dolmasını sağlayıp ereksiyon sağlayan araçlar kullanılabilir.
3. İlaç tedavisi başarısız olanlarda penis protezi uygulanabilir. Genel anestezi altında cerrahi işlem gerektirir. Protezin çalışmaması, enfeksiyon ve erozyon sıklıkla karşılaşılan problemlerdir ve protezin çıkarılmasıyla sonuçlanır. Vaküm tedavisi ve diğer ilaç tedavilerinin varlığında protez uygulaması pek başvurulan bir tedavi şekli değildir. Bir diğer cerrahi girişim ise genç, diyabeti yeni ortaya çıkmış ve ileri derecede bölgesel damar tıkanıklığı olanlarda revaskülarizasyon (yeniden damarlandırma) tedavisidir.
Diyabetli kadınlarda cinsel fonksiyon bozukluğu neden gelişir?
Diyabetli kadınlarda cinsel fonksiyon bozukluğu sık görülen bir durumdur. Erkeklerde olduğu gibi onlar da bu problemlerini hekimlere açmaktan çekinirler ve çoğu zaman da kadındaki bu bozukluk ruhsal durumundaki dalgalanmalar, vajinit belirtileri ile karışabilmektedir. Kadınlarda depresyon erkeklerden daha fazla görülür ve bu da cinsel fonksiyon bozukluğunun bir sebebidir ve tedavi edilmelidir. Vajinal enfeksiyon cinsel fonksiyon bozukluğuna neden olur. Sistit ise cinsel birleşme sırasında rahatsızlık kaynağıdır. Pre-menstrual sendrom sırasında kan şekeri ayarında bozuklukların olması bu dönemde cinsel fonksiyon bozukluğuna sebep olabilir. Kadın diyabetlilerin kullandığı tansiyon ilaçları gözden geçirilmelidir. Menopoz döneminde hormon tedavisi görmeyen kadınlarda cinsel arzu kaybı görülecektir.
Cinsel fonksiyon bozukluğu olan kadında değerlendirme nasıl yapılmalıdır?
1. Öykü, özellikle tıbbi ve cinsel özgeçmiş
2. Fizik muayene ve pisikolojik değerlendirme
3. Hemoglobin A1c, tiroid fonksiyon testleri
Diyabet ve Hipertansiyon
Diabetes Mellitus’ un en önemli makrovasküler komplikasyonu (büyük damar hasarı) koroner kalp hastalığıdır. Diyabetik bireylerde koroner kalp hastalığı oranı, diyabetik olmayan bireylere kıyasla oldukça yüksektir (% 2-5’ e karşılık % 40-50’ lere varan değerler).
Kalp damar hastalıkları özellikle kadınlarda olmak üzere her iki cinste de önde gelen ölüm nedeni olup; kadınlarda 2, erkeklerde 4 kat daha sık görülmektedir. Diyabetik olguların en önemli hastalık ve ölüm nedeni yine kalp damar hastalıklarıdır. Diğer bir ifade ile, söz konusu hastaların büyük çoğunluğu kalp damar hastalıkları nedeni ile hastaneye yatmakta ve yine büyük çoğunluğu aynı nedenle hayatını kaybetmektedir. Son yıllarda yayınlanan kardiyoloji kılavuzlarında Diabetes Mellitus koroner kalp hastalığı eşdeğeri kabul edilmektedir.
Diyabetik bireylerde mevcut çeşitli koroner kalp hastalığı risk faktörlerinden dislipidemi (kan yağlarının nitelik ve / veya niceliksel bozukluğu) ve hipertansiyon geri dönüşümlü risk faktörleridir. Diyabet hastalarında hipertansiyon varlığı koroner kalp hastalığı riskini 3, dislipidemi varlığı ise 4 kat arttırır.
Epidemiyolojik çalışmalar diyabetik olgularda hipertansiyon sıklığının diabetik olmayanlara göre yaklaşık 2 kat yüksek olduğunu göstermektedir. Tip II Diabetes Mellitus (insüline bağımlı olmayan diabet) hastalarının % 60-70’i hipertansiftir. Tip 1 Diabetes Mellitus (insüline bağımlı diabet) olgularında hipertansiyon sıklığı tip II diyabetiklerden farklı olup, bu bireylerde hipertansiyon böbrek hastalığının ortaya çıkışı ve ilerlemesi ile paralellik gösterir. 20-30 yıllık diabet öyküleri olan tip 1 diyabetiklerde bu oran yaklaşık % 50’dir.
Diyabet genellikle hipertansiyon ve obezite ile birliktelik göstermektedir. Diyabet ve hipertansiyon birlikteliğinde hedef organ hasarı belirgin olarak artar. Tip II diyabet veya glukoz intoleransı (gizli şeker), hipertansiyon, dislipidemi, insülin direnci, insülin yüksekliği ve santral obezite (elma tipi şişmanlık) ile karakterize bir durum tarif edilmiştir. En yaygın kullanılan adı ile Metabolik Sendrom X denen bu sendromun parametreleri koroner kalp hastalığı için risk faktörüdür.
Diyabet olgularında görülen hipertansiyon kalp damar hastalığı riskini 3 kat arttırır. Bu ölümcül ikili; ani kalp kaynaklı ölüm, koroner kalp hastalığı, kalp yetmezliği, serebrovasküler hastalık (inme vs.) ve yaygın damar hastalığı ile sonuçlanabilir. Diğer yandan diabetik nefropati ( diabet kaynaklı böbrek hasarı) ve diyabetik retinopati (diabet kaynaklı gözdibi hasarı) ile sonuçlanan mikrovasküler komplikasyonlar (küçük damar hasarı) da ayrıca hastalık hali ve ölüm oranlarının artmasına katkıda bulunur.
Başta İngiltere’de yürütülmüş olan UKPDS çalışması olmak üzere yapılan pek çok çalışma bize, diyabet hastalarında kan şekerini düşürmenin kalp damar hastalıklarını önlemede tek başına yeterli olmayacağını, hipertansiyon ve dislipidemi başta olmak üzere diğer risk faktörlerinin de düzeltilmesi gerektiğini göstermiştir.
Hedeflenen kan basıncı düzeyi diyabetik olgularda 130 / 80 mmHg’nin altıdır. Burada gözden kaçırılmaması gereken bir nokta , antihipertansif tedavinin amacının sadece kan basıncını düşürmek değil toplam kalp damar hastalığı riskini azaltmak olduğudur. Kan basıncının normal hedeflere ulaşması kalp damar hastalıkları riskini belirgin olarak azaltır. Buna ek olarak özellikle ACE I ve A2RB blokerleri (renin - angiotensin sitemini bloke eden ilaçlar) kan basıncını düşürücü etkilerine ilaveten, bu etkilerinden bağımsız olarak kalp damar hastalıkları riskini de azaltmaktadır. Yine söz konusu gruba dahil ilaçlar renoprotektif (böbrek koruyucu) etki bakımından diğer gruplara kıyasla daha üstündürler.
Özetle; diyabet hastalarında temel yaklaşım kan basıncını hedef düzeylere getirmektir. Hedef kan basıncı değerlerine ulaşmak için ise hastaların büyük kısmında birden fazla ilaç kullanımına (ilaç kombinasyonuna) ihtiyaç duyulmaktadır. Bu gün için güncel yaklaşım; ilaç seçiminde renin-angiotensin sitemini bloke eden ilaçları öncelikli olarak tercih etmektir. Tedaviye bu grup ilaçlardan biri ile başlayıp kombinasyona ihtiyaç duyulduğunda diğer bir anti hipertansif eklenmesi uygun görülmektedir
VAROLUŞTAN SONSUZLUĞA
ALTERNATİF OLARAK ŞİFALI BİTKİLERDEN NASIL YARARLANILABİLİR
VİTAMİNLER - MİNERALLER - ENZİMLER AMİNOASİTLER NEDİR?
FAYDALARI NELERDİR?
ALTARNATİF OLARAK ŞİFALI BİTKİLERLE VAROLUŞUNDAN-YAŞAMA
Bir besinin biyolojik değerinin yüksek olabilmesi için tüm esansiyel aminoasitleri içermesi gerekir. Herhangi bir aminoasit mevcut olmadığında protein biyosentezi sona erer oysa yeni proteinler homeostazı sürdürmek için sürekli sentezlenmektedir. Zorunlu olmayan (endojen) aminoasitler besinle yeterince sağlanamazsa, ancak karbon ve azotun yeterli olduğu durumlarda sentezlenebilirler. Eğer zorunlu aminoasitlerin (eksojen ) yokluğu söz konusu ise, vücudun onları elde edebileceği tek yol doku proteinlerini parçalamaktır. Örn;kas proteinlerini… bu durum bitki genetikçilerini proteinlerde temel aminoasitleri yüksek düzeyde bulundurun bitkileri geliştirmeye yönlendiren esas unsurdur.
Diğer aminoasitler eksojenlerden kolaylıkla yapılabilirler, endojen aminoasitlerdir.
Azot Dengesi:İdrar.ter ve gaitada atılan azot miktarı, tüketilen miktara eşit olduğunda erişkinlerde azot dengesi söz konusudur. Azot gitişi, atılan azotun üstündeyse “pozitif azot dengesi” vardır. Bu durum, büyüme,gebelik veya yaralı dokuların onarıldığı iyileşme dönemlerinde gözlenir. Azot girişi atılan azottan daha yoğunda ise “negatif azot dengesi” gerçekleşir. Bu ise kötü beslenme, açlık ve çeşitli hastalıklar arasında olur. Aynı zamanda yanıklar. Travma ve cerrahi işlemler de negatif azot dengesi periyodu oluştururular.
Düzenli bir azot bilançosuna ulaşabilmek için aminoasitlerin yeterli ölçüde alınması çok önemlidir.
Bitkilerde Aminoasitler
Bitkilerin bileşimi canlı organizmaların protein gereksinimlerine büyük oranda cevap verebilmektedir.burada organizmanın sağlıklı yaşaması için gereksinim duyulan esansiyel aminoasitlerin yeterli miktarlarda sentezlenemediğini (dallanmış yapılarından dolayı) hatırlamak gerekir. Esansiyel aminoasitlerin yeterli miktarda sentezlenebilmesi bitkilerde ve mikroorganizmalarda gerçekleşir.
Evet, çağımızın getirdiği hızlı ve düzensiz yaşam şartlarında artık sağlıklı beslenme standardını oluşturabilmek için aşırı çaba harcamak zorundayız ya da yaşam standardımız buna uygun değilse çaresiz durumda değiliz. Vücudumuzun sağlıklı bir yaşam için gereksinim duyduğu besin maddelerinin yeter miktarlarda ve dengede alabilmesine yardımcı olacak bir tamamlayıcı besin maddesi var artık modern çağın insanının yaşamında bitkisel mucizeler…
Vücudun besin maddelerindeki proteinlerden yararlanabilmesi için sindirim sonrası oluşan aminoasit karışımında aminoasitlerin birbirlerine göre belirli oranlarda bulunmaları gerekir. Besin maddelerin çoğunda bulunan proteinler bu gereksimi karşılayamadığından bu durum organizmada bir çok faktör tarafından düzenlenmektedir. Doku proteinlerinin yıkımı ve yapımı süreklilik gösteren bir olgudur ve aralarında sürekli bir dinamik eşitlik söz konusudur. (homeostaz)
Esansiyel (eksojen) aminoasitler
Valin
Beyinde triprofan düzeyini azaltan etki gösterir. İzolösin birlikte kullanılması önerilir. Diğer kaynakları jelatin, peynir, fıstık , balık ve ayçiçeği tohumudur.
Lösin
Beyinde triprofan düzeyini azaltıcı etki gösterir. İzolösinle aynı gıdalarda bulunur.
İzolösin
Beyinde triprofan düzeyini azaltıcı etki gösterir. Diğer kaynakları peynir, yulaf, jelatin ve ayçiçeğidir.
Lösin ve İzolösin birlikte kronik yorgunlukla mücadelede etkin rol oynarlar.ayrıca; metabolizmada gerçekleşen aksama “dallanmış zincir hastalığı” olarak tanımlanan hastalığa neden olur. Hastalık karakteristik bir kokusu olan idrarla kendini gösterir, ölümle sonuçlanır.
Fenilalanin
Genetik ve metabolizma için önemli aminoasittir.
Fenilalanin troid bezi hormonları ve adrenal üretiminde etkindir. Bu yüzden endorfin olarak bilinen doğal ağrı kesicilerinin üretiminde kullanılır. Sırt ve eklem ağrılarından kaynaklanan inatçı ağrılarda yardımcıdır.Doğal bir anti-depresif olarak da rol oynar. Peynir, fıstık, badem ve yulaf diğer kaynaklarındandır.
Fenilalanin organizmada esansiyel olmayan tirozine dönüşebilir, bu nedenle trözin besin maddelerinde yerini Fenilalanine bırakabilir ama tersi gerçekleşmez. Fenilalanin eksikliğinde genetik bir hastalık olan “fenilketonüri” oluşur; kişilik bozuklukları ve psikiyatrik hastalık tablolarında etkisi bulunmaktadır. Ortalama 104 doğumdan birinde bu hastalık açığa çıkar, bu da toplumların %2 sinin bu hatalı geni taşıdığını göstermektedir.
Metiyonin
Genetik ve metabolizma için önemli aminoasittir.
Metiyonin, organizmanın kükürt kaynağıdır. Protein sentezi genellikle Metiyonin ile başlar. Saman nezlesi gibi alerjik durumlarda savaşta, histamini azalttığı için etkilendiği bulunmuştur. B Vitaminleri ile birlikte alınması etkinliğini arttırır. Susam tohumu ve yulafta bulunmaktadır.
Tiriptofan
Hayvan organizmasında vitaminler,in sentezlenmesinde etkin rol oynamaktadır. İnsan organizmasında ise vitamin eksikliğini geniş ölçüde gidermektedir. Niasin vitamini bu aminoasitten sentezlendiğinden besin maddeleri ile alınması gereken niasin miktarını azaltır; bu gereksinim triptofanın niyasine dönüşme miktarı ile ilgilidir. Triptofan verilerek “Pellegra hastalığı” bulgularının başarı ile tedavi edilebildiği, 50 yıldan çok daha önce gözlenmiştir.
Treonin
Treonin esansiyel aminoasitlerden tanınan ilkidir. Düşük düzeyde Treonin depresyon kaynaklı bazı rahatsızlıklara neden olduğu gözlenmiştir. Fıstık,badem,peynir, jelatin ve balık diğer kaynaklarındandır.
Lizin
Herpes virüsünün semptomları ile mücadelede etkindir. Soğuk nedeniyle oluşan çatlamalar ve genital virüslerle oluşan etkileri yavaşlatır, onarıma yardım eder. Fasulye, mercimek brokoli ve patates diğer kaynaklarındandır.
Diğer 9 aminoasit ise endojen aminoasitleridir.
Alanin
İnsan ve memeli hayvan metabolizmasında Alanin önemi bir yer tutar. Öteki aminoasitlerin yapı formüllerini oluşturduğundan biçimsel olarak diğer tüm aminoasitler için ana madde sayılır. Çalışan iskelet kasları tarafından oldukça büyük miktarda verilir. Ve karaciğer tarafından tüketilir. Düşük yağ içeren veya yüksek protein içeren diyetlerde veya ihtiyaçtan fazla egzersiz yapan kişilerde Alanin ihtiyacı artmaktadır. Benzer şekilde yeterli glikoz üretimi için diyabetik hastalarda da ihtiyaç miktarı artmaktadır. Jelatin kırmızı et, balık ayçiçeği tohumu, badem fıstık ve yulaf kaynaklarındandır. Alanin içeren besin tamamlayıcıları bulunmaktadır.
Arginin
Kas üzerinde geliştirici etkisi ile sporcular için önemli bir kaynaktır.yüksek tansiyon, göz tansiyonu ve kan damarlarıyla ilgili hastalıklarda olumlu etkileri olduğu tespit edilmiştir. Sperm sayısı üzerinde etkisi vardır. Jelatin, fıstık, badem,kırmızı et, balık, ve yulaf diğer kaynaklarıdır.
Histidin
Temel görevi histamin üretmektir. Dolayısıyla saman nezlesi ve alerjisi bulunanların kullanması gerekir. İltihaplı eklem romatizması bulunan kişilerde Histidin düzeyinin çok düşük olduğu tespit edilmiştir. Jelatin, süt ürünleri, fıstık, ve ay çekirdeği tohumunda bulunur.
Arginin ve histidin aminoasitlerinin bebekleri çabuk büyümeleri için besin maddelerinde bulunmaları gerekmektedir. Bu nedenle bebekler için esansiyel aminoasitlerden olup yetişkinler için esansiyel aminoasitlerden değildirler ve yarı esansiyel aminoasit olarak kabul edilebilirler.
Spartik Asit
Tüm hayvansal proteinlerde bulunabilmektedir. Metabolizmada basit bir şekilde oluşabilen bir aminoasittir. Kırımızı kan hücresi oluşumunda rol oynar.
Glutamik Asit
Yapısal olarak aspartik asite benzemektedir. Arginin ve prolin glutamik asite dönüşür. Aminoasit metabolizması ağında düğüm noktası olarak görülen glutamik asit üre oluşumunda rol oynar. Kalsiyum kompleksi yapabilmekte de ve kan pıhtılaşmasında da rol oynayabilmektedir. Tuzu glutamat olarak bilinir. Özellikle kadınlarda folik asit üretiminde sorumludur. Çok yüksek oranlarda bulunursa “epilepsi” (sara) hastalığına neden olabilir.
Glisin
Glisin ve glikon suda oldukça çözünen bir aminoasittir. Birçok proteinde bulunmaz. Yapısal olarak en basit aminoasittir.(asimetrik C atomu içermeyen tek aminoasittir.) glisilin artığının özellikle küçük bir hacim gereksimi vardır ki üç yapıtlı boyutların oluşumunda önemlidir; kollajenin yapısı üç heliks yapıda olup bu organın sıklığı, her üç aminoasitten birinin Glisin artığı olmasıyla mümkün olmaktadır. Glisin dışında diğer aminoasitler bu yapıya konum bakımından yerleştirilemezler. Ayrıca vücuttan zehirli madde atma metabolizmasına katılır. Özellikle böbreklerden ürik asit atılımına etkilidir. Şizofreni şikayetlerde azalmayı sağlar.
Prolin
Halkalı yapıda aminoasittir. Proteinlerde sıklıkla bulunabilmektedir. Glutamik asitin yıkımında (indirgenmesinden) prolin açığa çıkar.prolin kollajenin yapısında bulunan hidroksiprolinin de ana maddesidir. Histidin glutamin ve Arginin gibi üre çevriminde etkindir.
B ve C Vitaminleri ile birlikte kullanılmalıdır. Yara iyileşmesinde olunlu etkileri vardır.
Serin
İnsanların aldığı yiyeceklerin çoğunda bol miktarda bulunur, bu nedenle biyosentezi çok lüzumlu olmayabilir.. ancak birçok bileşiğin biyosentezinde önemli rol oynadığı için önemi ve vargılığında diğer aminoasitlerle oranı tartışılmaz.
Zihinsel fonksiyonlar üzerinde etkilidir. Özellikle 60 yaşın üzerinde sayı, isim ve liste hafızasının korunmasında rol oynar. Bunun sebebi asetilkolin ve dopamin salımında etkili olmasıdır.
Tirozin
İnsanlar esansiyel (eksojen) bir aminoasit olan fenilalanini beslenme ile yeterli miktarda alırsa yeterli miktarda tirozin sentez edebilirler. Tirozinin biyosentik olaylarda önemli görevi vardır.
Tirozinden tiroksin ve melanin pigmentleri sentez edilir. Tiroksin eskiden beri bilinen iyot içeren aromatik bir aminoasittir. Tiroksin ve parçalanma ürünleri hormon (dopamin noradrenalin) etkisi gösterirler ve iyot (I) bütçesi için önemlidirler.İyot bütçesi de büyüme ve gelişme için zorunlu olan tiroit bezi hormonları için etkindir.melanin biyosentezindeki bozukluklar deri saç ve gözlerde pigmentlerin kaybolmasıyla karakterize edilen “Albbinizm”e neden olur.
Sistein
Yüksek doz paraseromol kullanıldığında devreye girer. Ağır metallerin vücutta birikimine engel olur.
Asparagin
Aspartik asit ile yakından ilişkili olan Asparagin, sinir sitemi üzerinde ve denge oluşumunda etkilidir. Karaciğerde aminoasit transformasyonunu (dönüşümünü) sağlar.
Glutamin
Aşırı alkol kullanımına bağlı mide tahribatını önler.
ENZİMLER
Enzimler hayatın anlamlarıdır. Metabolizmadaki kimyasal dönüşümlerin tümünde enzimler etkin rol oynarlar. Canlı hücreler tarafından yapılırlar ve hücre canlılığını yitirdikten sonra da kazandıkları üç boyutlu yapılanma ile yaşama devam ederler, uzun süre aktif kalırlar.
Enzimler olağanüstü spesifik biçimde etkiler. Enzimin etkilediği madde veya maddeler karışımına enzimin substrat’ı denir ve çok keskin bir substrat spesifiklikleri vardır. Enzimler genellikle protein yapısındadırlar ve bu nedenle de protein yapısını etkileyen her şey enzim aktivitesini etkiler. Örn; enzimler yüksek sıcaklığa çok duyarlılık gösterir.
Bitkilerde Enzimler
Tarım ürünlerinin çoğu, enzimleri yıkan bir etken olmadıkça enzim üreticidirler. Doğada yaşayan mikroorganizmalar da tüm canlı varlıklar gibi enzim içerirler ve yaygın olarak bulunurlar ancak ürünlerin yapısındaki enzimler daha farklı önem taşımaktadır. Bu nedenle ürünün hasadından üretimine kadar geçen süreç içerisinde tüm aşamalardaki enzimlerin rolü besinin değerlendirilmesinde önem arz eder.enzimlerin aktivitesinin rollerine göre üretiminden sonra devam ettirilmesi yada önlenmesi amaçlara göre değişkenlik gösterir. Örn; enzimlerin aktivitesi, besin değerlerinin kaybolmasını sağlayabilir yada yoğunlaşması gerekiyorsa korunması istenebilir.
Alkali Fosfataz
Molekül içi değişmeleri etkileyen izomerazlar sınıfına giren enzimlerdendir. Karaciğerin çalışmasında etkindir. Enerji üretimine bağlı olarak kaslarda oluşan metabolizmanın bir çıkmaz sokağı laktatın büyük bir kısmının karaciğer glükoz oluşumu yönünde kullanımı sağlayarak bu çıkmaz sokaktan faydalanır.
Bir diğer enzim grubu olan hidrolazlar, substrat’ın su katılmasıyla bölünmesini sağlayan enzimlerdir.
Amilaz
Sindirim sisteminin en önemli enzimidir. Bu enzimler basit glikozitlerin oligosakkaritlerin ve polisakkaritlerin hidrolizinde etkindirler. Nişastanın parçalanmasından sorumludur, nişastadan büyük oligosakkaritlerin ayırır.
Karboksipeptidaz
Polipeptid bağlarından serbest aminoasitlerin ayrılmasını sağlayan bu enzimler, tüm bitkisel ve hayvansal dokularda ve kanda bulunur.
Katalaz
Hemen hemen bütün hayvansal organizmalarda ve bitki dokularında bulunurlar ve vücuda zararlı olan asitoksitler, hidrojen peroksit gibi yapılardan su moleküllerine ayrışımı sağlar.
Selülaz
Selülozun hidrolizini sağlayan bu enzim, sindirim sisteminin düzgün çalışmasında etkilidir. İnsan ve hayvanlarda bulunmayan bu enzimin temini sebzelerden sağlanır.
Lipaz
Sindirim sisteminin düzenli çalışmasında etkin olan diğer bir enzimdir, yağın parçalanmasından ve metabolizmadan sorumludur. Sağlıklı insanın kan dolaşımında düşük oranda bulunur.
Kreatin Fosfokinaz
Kasların çalışmasında etkin olan enzimdir.kreatin, kasın önemli bir yapıtaşı olup Arginin ve glisinden edilir.
Proteaz ve Fosfataz
Metabolizma işlevinde etkin olan diğer hidrolazlar sınıfından enzimlerdir.
Nükleotidaz
Nükleik asitlerin oluşumunda etkinlik gösterirler. Nükleik asitler, hayatın anahtar molekülü sayılırlar; genetik bilgileri içerirler ve protein biyosentezine doğrudan katılırlar.
Bradikininaz
Bağışıklık sistemi üzerinde etkin olan enzimdir.Bradikinin hormon etkisi gösteren madde-barsak sistemi(gastrointestinal kanal) peptidlerdendir. Bradikinin çok etkin bir damar genişletici bir maddedir ve dolayısıyla tansiyon düşürücüdür.. kanın pıhtılaşması esnasında bradikin açığa çıkar.
VİTAMİNLER
Vitaminler, insan tarafından üretilmeyen ancak normal hücrenin yaşamını sürdürebilmesi, büyümesi için gereksinim duyulan ve eser miktarda alınarak bu etkinliği gösterebilen küçük moleküllerdir. Enerji vermezler fakat enerji değişmesi besin maddelerinin metabolizmasının düzenlenmesinde etkin olarak fonksiyon gösterirler. Yaklaşık olarak 20 değişik vitamin bilinmektedir; her birisinin ana metabolizmada spesifik fonksiyonu vardır ve bu fonksiyon başkasıyla karşılanamaz. Önemli olan bir diğer husus da vitaminlerin gereksinim ve etkilerinde birbirlerine bağımlılık göstermeleridir.
Vitamin gereksinimlerini yaş cinsiyet ve başka değişik nedenlere göre değişir. Ereklerin kadınlara göre daha fazla vitaminlere gereksinimi vardır. Yaş faktörlerine göre vitamin gereksiniminin değiştiğine dair güvenilir veriler yoktur, ancak gereksiz ve yanlış tüketim, depolama gibi nedenlere bağlı gereksinimin değiştiği düşünülmektedir. Stresli yaşam, alkol kullanımı, hastalık gibi faktörlerde gereksinimi üzerinde etkindirler.
Organizmanın yaşamını sağlıklı bir şekilde sürdürebilmesi için vitaminlerin gereksinim duyduğu miktarlarda alınması zorunludur, yetersizliği ya da organizmada fazlaca birikimi önemli boyutta sağlık problemlerine neden olur.
Vitamin Yetersizliği
Normal bir beslenme ile yaşamını sürdüren bir organizmada vitamin yetersizliği söz konusu olamaz, bu sonuç daime tek türlü beslenmenin bir sonucudur. Vitamin, besin maddelerinden gereksinim duyulan miktarın sağlanması öncellikle kan dolaşımındaki miktarının azalmasıyla başlar, hücredeki vitamin düzeyi düşer ve de kendisi ile ilgili metabolik olaylar azalır ve bozulur. Bu etki ve yıkımlar zaman içinde ve farklı sonuçlarla kendini gösterir, bu değişiklikler organizmadaki unsurların vitaminlere olan hassasiyeti ile ilgilidir.
Vitamin Fazlalığı
Vitaminlerin faz<la miktarda vücutta depolanması da metabolizmaya zarar verebilmektedir.örneğin; yağda çözünen A,E ve D vitaminlerinden organizmanın gereksiniminden fazla alınırsa karaciğerde depo edilir ve zamanla fazla miktarda A vitamini karaciğeri yıkabilir.
Bitkilerde Vitaminler
Bitkilerde vitaminler ya oldukları gibi yada provitaminler (ön vitamin) şeklinde bulunurlar. Provitaminler, metabolizmada vitaminlere dönüştürülebilen organik birleşiklerdir.
Bitkiler, basit bileşenlerden yani uygun karbon, azot, mineral ve enerji kaynaklarından ihtiyaç duyulan tüm maddeleri sentezleyebilir ve böylece insan ve hayvanlar için vitamin kaynağı olurlar. İnsanlar ve etle beslenen hayvanlar içinde ikinci bir vitamin kaynağı hayvanların bazı organlarında depo edinen vitaminlerin besin maddesi olarak alınmasıdır.(balık yağı, süt, yumurta, karaciğer). İnsan organizmasında da vitamin depoları vardır ancak eser miktarda etki gösteren vitaminler bir taraftan da bozulurlar, bu nedenle besinlerle sürekli vitamin alınması gerekir.
Günümüzde tüm besin maddelerindeki vitamin miktarları hakkında bilgimiz olduğu gibi, en önemli vitaminlerde teknik yollardan sentetik olarak üretilebildiğinden ilaç şeklinde istenildiği kadar vitamin almak elimizdedir.
Piyasada bu şekilde bir tek vitamini yada karışım halindeki bir çok vitaminleri içeren bazı ilaçlar bulunmaktadır. Ancak bu noktada içerdikleri vitamin miktarlarına ve de doğal alımla mukayese edilmeyecek oranda değer kaybı olduğuna önemle dikkat çekilmelidir.
Çağımız bitki çağıdır. Muhtemelen bitkisel ürünlere ilgimizin ana nedeni “önleyici tıbba” olan zorunlu yaklaşımıdır. Modern çağın insanı artık yaşam tarzının ve beslenme şeklinin hastalıkları önlemede etkin olduğu bilinmektedir. Sentetik yaklaşımlardan tamamen uzak, çevre dostu bir yaşam tarzıyla bitkilerin artan kabulü optimum sağlığın geliştirilmesinde önemli bir yol oynayabilir.vitaminler bu değişen anlayıştan nasibini almış,sentezlendikleri yegane kaynaklar olan bitkiler arasında, önem kazandırma yönünde etkin bir rol oynamaya başlamışlardır.
Yağda çözünen Vitaminler
Bitkisel ve hayvansal yağlarda bulunan A,E;D ve K vitaminleridir. Bileşimlerinde sadece karbon (C)hidrojen (H) ve oksijen (O) vardır.ısı ve yükseltgenme işlemlerine bir kısmı dayanıklı ise de bir kısmı çok duyarlıdır.
Bu vitaminlerin vücut kimyasındaki dengesi son derece önemlidir. Eksiklikleri kadar fazla depolanmaları da ciddi klinik tablolar oluşturur.
B Karoten (A Vitamini)
Bitkisel gıdalara da bulunan provitamin şeklidir. Karaciğer, yağlı peynir, süt yağı, yumurta sarısı, deniz ürünleri, ıspanak, havuç, kayısı, biber ve şeftali en ,iyi kaynaklarından olan A vitamini turuncu renkli bir pigmenttir.
Bitki kimyasında zengin konsantrede bulunan B Karoten provitamin şeklidir.karotenler antioksidan maddelerdir. Akciğer ,mide, yemek borusu, gırtlak be idrar kesesi gibi bir çok tümörün oluşumunu engeller. Ayrıca bağışıklık sitemini uyarırlar ve vücudumuzun savuma mekanizmasına yardımcı olurlar. Kaynaklarından besin maddesi olarak alındığında , organizmada bağırsak çepelinden emilirken ortadan bölünüp su katılmasıyla vitamin A şekline dönüşürler. bu şekilde organizmaya giren A vitamini kan akımı ile karaciğere gider ve orada nispeten büyük miktarda depo edilir. (0.2 – 2.0 mmol/G ) kanda az miktarda serbest halde dolaşabilmektedir.
Bu vitamin göz sağlığının korunmasında ve tedavisinin sağlanmasında etkinlik göstermektedir. Göze zarar veren UV ışınlarının tutulması ve diğer zarar veren etmenleri dezenfekte etmesi zamanla gözlenir. Sadece birkaç damla suyla göz sakinleşir, görme iyileşir ve stabilize edilir.
Gen ifadesi ve doku farklılaşmasını düzenleme üzerine de etkili olan bir vitamindir. Dolayısıyla büyüme ve dokuların sağlığını koruma ile ilgili hastalıkların oluşmasına karşın organizmaya direnç kazandırmaktadır.
A Vitamini sürekli besim maddeleri ile alınmalıdır. Aksi taktirde, organizmada eksikliği görülebilir ve başlangıçtaki gereksinim karaciğerden sağlanabilinir. Ancak zamanla eksiklik düşük kan düzeyleri ile kendini gösteriri, klinik problemlere yol açacak şekilde sonuç verir. Görme fonksiyonu üzerindeki azalma “gece körlüğü” (keratomalazi,kseroftalmi) oluşur ve daha sonra gözün epitel dokusu üzerinde nasırlaşma başlar.bu hastalıktan dolayı A vitaminine “epitel koruma vitamini” (axeroftol) adı verilir. Ayrıca eksikliği tüberküloza ve diğer enfeksiyonlara karşı genel bir dayanıksızlık doğurmaktadır. Hayvanlar üzerinde denemeler, eksikliğinin büyümesinin durmasına neden olduğunu göstermiştir.
A Vitamini aşırı alınırsa toksiktir. Yağda çözünen bileşiklerden olduğu için yağ doku ve bir çok hücrenin lipit bileşenleri içinde bol miktarda depolanabilirler ve zamanla bu ürünler toksisiteyi oluşturur. “A Vitamini toksisitesi” uyuşuklu,karın ağrısı,baş ağrısı,aşırı terleme ve kolay kırılan tırnaklara enden olur.
Tokoferol (Vitamin E)
Tokoferol E vitaminin en aktif şeklidir. E vitamini doğada sadece bitkilerin bileşiminde bulunduğundan bitkisel gıdalar tek kaynağıdır. Bitkisel yağlar, yumurta, çavdar, arpa ve fındık, ceviz gibi kuruyemişlerden alınabilir.
Çiğ ve işlem görmüş gıdalardaki düzeyi uygulanan işleme göre değişir.
Bitkilerde bulunan tokoferoller kimyasal yapı olarak birbirlerine çok benzerler ve antioksidan maddelerdir. Bu özelliğin en önemli fonksiyonu kolayca oksitlenebilir(tokokinon) olmalarıdır, doymamış maddelerinin kendiliğinden oktidasyonunu önlerler. Özellikle membran lipitlerinde bulunan yüksek ortanda doymamış yağ asitlerinin peroksit oluşturmasını engelleyerek zararlı oluşumların gerçekleşmesini önler.
E Vitamini A vitamininin emilmesini ve depolanmasını kolaylaştırır.normal üreme fonksiyonu için gereklidir. Kas bütünlüğünü sağlanmasında etkindir.
Organizma için gereksinim duyulan E vitamini miktarı özellikle beslenme şekline bağlı olarak değişir. Doymamış yağ asitleri ağırlıklı beslenme gereksinimini arttırmakta iken selenyumca zengin beslenme gereksinimini kompanse eder. İnsan organizmasındaki yetersizliği, kısırlık, düşük riskinde artma, kas yoğunluğu, kas zayıflığı gibi rahatsızlıklara neden olabilir.
Suda Çözünen Vitaminler
Hayvansal veya bitkisel organizmaların sulu özütlerinde bulunurlar.B Grubu vitaminleri ve C vitamini bu gruptadır. Suda çözünen vitaminler yağda çözünmezler. Önemli bir kısmı;karbon (C) hidrojen (H), oksijen (O) azot (N) ve kükürt (S) elementlerinden, bir bölümü yalnız C,H ve O den oluşmuştur.
C Vitamini (Askorbik Asit)
Organizmanın en çok gereksinim duyduğu vitamindir, bunun sebebi bilinmemektedir. Bu kadar önem arz etmesinin yanı sıra insan vücudunun askorbik asit yapmaması ve de fazlasının vücutta depolanamadan atılması gereksinimini karşılayabilmek için besin maddesi olarak sürekli alınmasını gerektirir. Günlük alınamsı gereken miktar, yaş, sosyo, ekonomik durum ve yaşam tarzına bağlı olarak değişmektedir, rtalama olarak 40-60 mg alımı önerilmektedir.
Bitkisel kaynaklı yiyecekli zengin kaynaklıdır. Sebzeler ,lahana, domates, biber brokoli, ıspanak, pazı, maydanoz ve meyveler hint kirazı, kuş burnu, çilek ve turunçgiller askorbik asit içermektedirler. Hayvansal kaynaklı yiyecekler ise (böbrek ve anne sütü hariç) vitaminden fakirdirler.
Askorbik asit A Vitamini gibi antioksidan bir vitamin olmakla birlikte bağışıklık sistemi üzerine de etkin bir vitamindir. Bağ dokunun başlıca yapısal proteine olan kolejenin üretiminde etkindir, diş ve kemik yapısı başta olmak üzere tüm vücudumuz için gerekli olan bir vitamindir. Bu nedenle de zedelenme ve yaralanmada önemli işlevi vardır. Besin maddelerinin kullanımında (demir fosfat gibi) önemli faktördür. Stresle mücadelede özellikle etkindir.
Askorbik asit bir çok fonksiyonda etkin rol oynadığından yetersiz belirtileri spesifik olarak görülmektedir; halsizlik,iştah kaybı, kemiklerde,kas ve eklemlerde ağrı, yaraların iyileşmesinde gecikme gibi durumlar görülür. İleri derecede eksik,iğinde deri altında ve kaslarda kanamalar, şişmeler olur, diş eti enfeksiyonları ve dişlerin gevşemesi görülür. Saç folikülleri etrafında sertlikler oluşur. Kolejen dokunun destek görememesinin sürekliliği, eskiden deniz yolcularının korkulu rüyası olan “skorbüt” hastalığına neden olur.
Tazelik değeri olan pişirilmemiş besinler ya da pişirilme özelliklerine edilerek pişirilen besinlerde (yeter ısıda, kendi suyuyla pişme) askorbik asit gibi ısıdan etkilenen vitaminler değerinden fazla kaybetmeden korunabilir. Kaynatılan besinler askorbik asitlerinin beşte dördüne kadar varan miktarlarını suya vererek kaybederler. Sebze ve meyvelerde ise kesilmiş ve zedelenmiş kısımlar hızla oksidasyona uğramaya başlarlar, bu nedenle mümkünse kesmeden kullanım tercih edilmeli, kesildi ise de hemen sonra yenmeli, uzun süre saklanmamalıdır.
Hayati fonksiyonlarda etkin rol oynayan bu vitaminin korkunç tablolarına maruz kalınmaması için gıda sanayi sentetik askorbik asit kullanımı ile zengin içecekler, besinler elde etmekte, pek çok çeşidi insanlığın hizmetine sunmaktadır. Ancak burada doğal kaynaklı vitaminlerle sentetik vitaminlerine aynı bileşimine de aynı biyolojik faaliyete sahip olmadığını özenle hatırlatmak gerekir.
Ve askorbik asit hiçbir kayba uğramayan özel bir bileşimle, ilk günkü tazeliği ile insan metabozlimasına hayat veriyor.
B Grubu Vitaminleri ve Stres
Stres, çağımızın rahatsızlığı ve pek çok klinik tablonun da nedeni hatta medeniyetin getirdiği bir çıkmaz sokaktır. Mücadele için pek çok yöntem önerilmekte, bu alanda pek çok iş dalı kurulmaktadır. Başaranlar ve başaramayanlar var elbette, strese yenilip alkolizmin, sigaranın kölesi olanlar ve kaçınılmaz son ölümcül hastalıklara yakalananlar… Peki, doğadan uzak standart yaşam tarzının ve doğadan uzak beslenme alışkanlıklarımızın hediyesi olan stres gerçekten hayatımızın çıkmaz sokağı mıdır ?
İşte stresle mücadelede askorbik aside destek veren bir diğer güçlü vitamin grubu… Bir arada ve düzenli beslenme alışkanlığımız halini aldığında yaşamı tamamlanması gereken bir görev halinden çıkarıp, bir senfoni haline getirmemize yardımcı olan büyük güçlerdir. Bireysel olarak artı etkilerini de oluşturduklarında fiziksel ve ruhsal sağlığımızı koruma yolunda önemle destek verirler.
Tiamin (Vitamin B)
B1 vitamini hayvansal ve bitkisel her ikisinden de, kısmen serbest kısmen birleşmiş olarak kompleks halde bulunurlar. Bütün tahıl ürünlerinde, kuru baklagillerde, fındık, fıstık, ceviz gibi yağlı tohumlarda,yürek, böbrek, karaciğer gibi sakatatlarda bulunur. Vitamine olan gereksinim bütün yaş grupları için alınan besin kalori miktarı (enerji) ve karbonhidtar ile doğru orantılıdır. Genel olarak erişkinlerde günde 1 mg’ın altında alınmalıdır.
Sinir sistemi sağlığında önemli rol oynar, yetersizliğinde sinir sistemi fonksiyonları bozulur. Kas hücrelerinin fonksiyonlarını yerine getirebilmeleri için gereken enerji sağlanmalıdır, aksi taktide sindirim ve diğer işlemler yerine getirilemez. Yetersizliğin de mide-bağırsak kanalında (gastro intesinal kanalda ) bozukluklar, ülser problemleri bunun sonucunda da dilde ve dudaklarda acı, depresyon ve sinirlilik görülür. Kalp ve öteki dokularda ödem oluşur, kalp yetmezliği ve çarpıntılar oluşur. İleri derecede de eksikliği, el ve ayaklarda sancı, karıncalanma, desteksiz oturup kalkamama gibi belirtiler oluşur, bu hastalık “beri beri hastalığıdır.
Riboflavin (Vitamin B2)
Proteince de zengin kaynaklarda, (karaciğer ,böbrek), süt ve ürünlerinde (peynir, yoğurt) ve de yumurta ,kuru baklagiller, yeşil yapraklı sebzeler ve bira mayasında bulunmaktadır. Riboflavin için günlük önerilen miktar yetişkinler için 1.2-1.7 mg’dır. Vitamine duyulan gereksinim alınan enerji ve proteinle orantılıdır. Riboflavin en iyi şekilde pridoksin (B6),C vitamini ve niasinle birlikte çalışır.
Temel fonksiyonu, diğer maddelerle karbonhidratın, yağların ve proteinlerin enerji üretimi için etkin rol oynamasıdır. Antioksidan özelliğe sahiptir. Göz ve cilt sağlığını korumada etkindir. Yetersizliğinde, kolajen üretiminin sürekliliği bozulur,derinin yıkımı başlar; yüzde dudakta kurumalar,çatlamalar,göz kenarında yaralanmalar,iltihaplanmalar görülür.
Niasin (B3 Vitamini)
Bitki ve hayvan dokularında yaygın olarak bulunur, kalın bağırsaklarda üretilseler de kullanılamazlar. Yer fıstığı, patates, çikolata ve kahve zengin kaynaklarındandır. Esansiyel aminoasitlerden olan Triptofan dan oluşturulabilir. Triptofanca eksik beslenme sonucunda vitaminin yetersizliği oluşabilir. Enerji üretiminde etkin rol oynar. Isıya dirençli olduğundan besinler pişirildiğinde yıkıma uğramaz. Yetişkinler için günlük ortalama gereksinim 20 mg kadardır.
İnsanlarda niasin yetersizliği,deride, sinir ve sindirim sisteminde değişmelere neden olur. Deride güneş gören bölgeler daha etkin olarak değişir,sinir sistemindeki değişme ise ishal (diyare) sonuçları ile kendini gösterir. Bu oluşumlar “pelegra hastalığı” olarak tanımlanır. Büyüme çağında önem arz eder, eksikliğinde çocuklarda büyüme durur.
Pantotenik Asit (Vitamin B5)
Vitamin B5 birçok hayvansal ve bitkisel besinlerinde bulunduğundan Pantotenik asit adını almıştır. Yeşil yapraklı bitkiler bu vitamini üreterek tohumlarında depolar, tüm tahıllarda bulunur. Pantotenik asit diğer B vitaminleri gibi kendi başına fonksiyon yapmaz
Organizmanın ve derinin gelişmesi, hastalıklardan korunması gibi metabolik fonksiyonlarda rolü vardır. Gereksinim miktarı yetişkinler için 5-10 mg önerilmektedir. Ancak besin maddelerinin işlenmesi sırasında ısı etkisi ile önemli bir miktarı kaybolduğundan daha fazla miktarda alım önerilmektedir. Bütün besin maddelerinde bulunduğu için yetersizliğine de pek rastlanmamaktadır.deneysel yetersizliği çalışmalarında , mide bulantısı kusma,kas kasılmaları görülmüştür. Daha ileri safhalarda hafıza kaybı ve ayaklarda karıncalanmalar, deride ve saç dersisinde değişikler saptanmıştır.
Pridoksin (B6 Vitamini)
Avrupa’da daha çok “Adermin olarak bilinir” vitamin B6’nın 3 şekli vardır; pridoksin,pridoksal, pridoksamin formudur.günlük gereksinim yetişkinler için 2 mg kadardır. Besin maddelerinde yaygın olarak bulunmaktadır. En zengin kaynakları balık, sakatatlar (karaciğer,böbrek) patates, erik, kuru üzüm,avakado, mayalı hamur ve muzda bulunur. İnsanda vitamin yetersizliği görülebilmekte ancak tipik bir rahatsızlığa neden olmamaktadır.ısı ve ışıktan etkilendiği için, besin maddeleri pişirilirken önemli derecede kayba uğramaktadır. Bu nedenle gereksiniminden fazla alımı gerekmektedir. Yetersizliğinde sinir sisteminde bozukluklar, deride, gözde ve ağızda iltihaplanmalar görülür. Ayrıca, erkeklerde kolesterol artmasına ve damar tıkanıklığına neden olur.
Folik Asit (B9 Vitamini)
B2 Vitaminin kompleksinin bir komponentidir.hayvan organizmalarında ve özellikle yeşil yapraklı sebzelerde bulunur.
Folik asit Amerika Birleşik devletlerinde hem erekler, hem kadınlar arasında bir numaralı ölüm nedeni olan kalp hastalığı için, vücutta bulunan bir aminoasit olan hemosistenin normal düzeylerini korumaya yardım ederek önler. Harward Tıp Fakültesinde yürütülen bir çalışmaya göre, az miktarda yükselmiş hemosistenim düzeylerine sahip erkekler, daha düşük düzeylere göre kalp krizi geçirmeye 3 kez daha yakındır. Folik asit açısından zengin bir besinle beslenmek kalp krizi geçirme riskimiz olmasa bile önlem alma açısından akıllıca olacaktır.
Folik asit mikroorganizmalar için büyüme maddesi olarak keşfedilmiştir. Hücrede önemli metabolik olaylarda rol alır. Kemik iliğinde eritrosit ve lökositlerin oluşumu ve olgunlaşmasında etkindir. Yetersizliğinde kırmızı kan hücreleri olumsuz yönde etkilenir ve bir tip anemiye “leggaloblastik anemi” neden olur ısıdan ve ışıktan etkilenen vitamin besinlerin yanlış saklanması ve hazırlanmasından, tekrarlanan ısıtma işlemlerinden etkilenerek büyük miktarlarda kayıplara uğrar halsizlik, nefes darlığı,ciltte soluk renk spesifik olmayan belirtilerindendir. Bu belirtiler B12 yetersizliğinden kaynaklanan anemi sonucunda da oluşan belirtilerdir.
Kobolamin (Vitamin B12)
Diğer vitaminlerden en büyük farkı kobalt minareli içermesindir. En iyi kaynakları hayvan ve organlarıdır (karaciğer, böbrek,vs.). balık süt ve ürünleri, yumurta diğer vitamince zengin yiyeceklerdir. Bitkisel gıdalarda çok nadir bulunabilir, örneğin en iyi kaynağı alglerdir.ancak bu bitkilerden elde edinen vitamin biyolojik yararlığı tartışmalıdır. Bu noktada vitamin yararlanırına dikkat çekilmelidir.
Vitamin vücutta önemli rol oynar. Kan hücrelerinin (hemoglobin) oluşumu ve olgunlaşmasında, bazı temel metabolik olaylarda (protein ve yağın metabolize olması gibi) ve de sindirim ve sinir sisteminin sağlıklı yaşamı için son derece önemlidir.
Kobalamin gereksinimi normal erişkinlerde 2-3 ug kadardır.hiçbir hayvansal yiyecek almayan vejeteryanlar başta olmak üzere insanlarda eksikliğine rastlanmaktadır.bu önemli vitaminin eksikliği bütün yaşlılarda şiddetli zihinsel güçlüğe neden olduğu için kısa süre önce “beyin vitamini” olarak anılmaya başlandı. Gerçekte 60 yaşın üzerindekilerin %10 unun bu vitamin düzeyleri düşüktür ve sonuçlar yıkıcı olabilir. Yetersizliği ile bir tip anemi de oluşmaktadır, “persnisiyöz anemi” halsizlik, nefes darlığı solgun cilt, çarpıntı, bacaklarda duyu azalması, uyuşma, ağrılar belirtilerindendir. Sindirim sistemi hastalıklarına da neden olabilmektedir. Ayrıca yetersizliği santral sindirim sistemini olumsuz yönde etkilemektedir, bazı nörolojik bozuklukların oluşumuna neden olduğu saptanmıştır.
Psodovitaminler (vitamin Gibi Olan Maddeler)
Çeşitli besin maddelerinde bulunan, bazı özellikleri ile vitaminler grubuna giren bazı özellikleri ile de vitamin değildir denilen, özel olarak tüketilmeyen ancak yetersizliklerine bazı rahatsızlıkların oluşumunda faktör olan maddedir.Kolin (Lipotropik Faktör), bioflavanoidler, koenzim Q bu gruptan birkaç tanesidir.
Kolin B vitamini komplekslerinde bulunmaktadır. Hayvan ve bitki dokularında dağılmış olarak bulunur. Deney hayvanlarından kolin yetmezliği,karaciğer yağlanma ve siroz ile sonuçlanmıştır. Aminoasit metabolizması enerji üretimi ve kasları geliştirmede kullanılır. Asetil-kolin formu özellikle sinir sitemi üzerinde etkilidir.
B Grubu vitaminleri
Kobalamin (B12) vitamini sinir sisteminin sağlığı için olmazsa olmaz olan ve diğer pek çok önemli fonksiyonu olan vitaminlerin bulunması önemini artırmaktadır. Bu vitaminlerin organizma yararlı kullanımı kalitelerine ve de bir arada dengede bulunmalarına bağlıdır. Dengelerinin yanı sıra bitkinin metabolizmaya kazandırdıkları ile biyolojik zararlı kullanımının sağlanması insanoğlunun yaşam senfonisinde, özellikle de kendi yaşam standartlarımızı düşündüğümüzde ne derecede etkilidir? Derlediğimiz bilgilerin eşliğinde düşünmek gerekir.
MİNERALLER (ORGANİK ELEMENTLER VE TUZLARI)
Sağlıklı bir yaşam için bazı anorganik element ve iyonların belirli miktarlarda bulunması gereklidir.zorunlu olan ve düzenli bir şekilde tüketilmesi gereken otuz kadar mineral ve kimyasal madde vardır. Bunların bir çoğu birlikte çalışır ve işlevlerini yerine getirmek için birbirine bağımlıdırlar.
Minareler, biyolojik değerlenmeye göre; asal elementler ve istenmeyen veya son derece zararlı olan elementler olarak ayrılırlar.asal elementler organizma tarafından çok miktarda gereksinmesi duyulan, enzim-hormon vitaminlerinin bileşenleri olarak bulunan dirimlik faktörlerdir.Organizmada emilim ,sindirim ve bazı metabolik fonksiyonlarda önemli rol oynar. Kemikler ve dişlerin oluşumunda etkindirler. Vücuda zararlı olan elementlerde başta kurşun ve cıva olmak üzere bir dizi elementlerdir, radyoaktif elementlerde bu sınıftadır.
Mineraller insan vücudunda bulundukları miktarlara göre de “makro ve mikro” elementler olarak sınıflandırırlar. İnsan vücudunda en fazla oksijen bulunmaktadır, bu durum vücudum 2/3 sinin sudan ibaret olmasından ileri gelmektedir dolayısıyla hidrojen yüzdesi de yüksektir. Azot vücutta serbest halde bulunan diğer elementtir. Karbon ve azot fazlalığı da organizma dokularının temel olarak oluşumunu sağlamalarından gelmektedir.
İnsan organizmasında Mineral Bütçesinin Önemi
Mineraller beslenmenin vazgeçilmez unsurlarıdır. Bunlardan her birinin görevi bir diğerininki ile ilgilidir. Örneğin kemik ve dişlerin oluşumunda kalsiyum, fosforun arasında belirgin bir ilişki vardır. Bakır demirin kullanmasını katalizler ve kan oluşumunda kobalt her ikisinide etkiler.
Minarelerin organizmadaki bütçeleri önemli bir nokta da diğer maddelerden faklılık göstermektedir; Proteinler,
Karbonhidratlar ve yağların aksine mineraller organizmada ne üretilirler nede tüketilirler. Besinler ile alınması ancak kaba sınırlar içinde ayarlanabilinir. Bununla beraber boşaltım işlevinin düzenleyici etkisiyle birlikte vücut sıvılarındaki konsantrasyonları ayarlayabilmekte ve bir “iç ortam” oluşturabilmektedirler. Bu durum bile insanlarda mineral bütçesindeki bozuklukların (elektrolit bütçesi bozuklukları) görülmesini engelleyemez.
Kalsiyum
Besinlerde çok az bulunan kalsiyumun başlıca kaynakları süt ve süt ürünleri, yeşil yapraklı sebzeler, tahıllar, yumurta,portakal, limon ve balıktır.fakat bazı sebzelerde olduğu gibi çözünmeyen tuzları halinde bulunan kalsiyumun tamamının metabolizma tarafından emilimi gerçekleşmez
Oysa element vücudumuzun en fazla gereksinim duyduğu elementlerdir. Yeşillikler için günlük gereksinim 800-1000 mg kadardır. Kalsiyumun ortalama %99 dişlerdedir. Diğer bir mineral fosforun %80 ide kemik ve dişlerdedir. Kemik ve dişlerde kalsiyum fosfat depo edilmektedir ve bunun gelişimiyle kemik kristalleri meydana gelir.kalsiyum sinir sistemindeki iletişiminde ve kasların uyarılmasında büyük rol oynamaktadır, bu nedenle kandaki düzeyi belirli düzeyde tutulmalıdır. Bu düzeyin altında ;solunum kasları da dahil tüm kaslarda kasılmalar, kramplar ve ölüm oluşur. Bu düzeyin üzerine çıkıldığında ise beyin fonksiyonlarının azalması, koma ve ölüm gerçekleşir. Ayrıca kalsiyum kanın pıhtılaşmasında yardımcı madde olarak işlem yapar, hücre çeperindeki sıvı geçişinde ve bazı enzim aktivasyonlarında önemli rol oynar.
Uzun süreli kalsiyum eksikliğinde saç dökülmesine diş ve kemik hastalıklarına (raşitizm, osteoporoz) rastlanmaktadır. Kalsiyum vücudumuzun mimarisinin vazgeçilmez unsurudur.
Fosfor
Besin maddelerinde yaygın olarak bulunabilen bu mineralin başlıca kaynakları süt ve süt ürünleri, yağsız et, proteinden zengin kaynaklar, kuru baklagiller, tahıllar, balık ve tavuktur. Bitkisel kaynaklı besin maddelerinde mineralin biyolojik olarak yararlanımı azalır, çinko, demir, kalsiyum gibi minerallerle bağlanır.
Yetişkin insanlar için gereksinim duyulan miktar kalsiyumla aynı olup 800-1000 mg kadardır. Bu iki mineralin kaynakları aynıdır ve kalsiyum yeter miktarda alındığında fosfor gereksinimini de karşılamış olur. Vücuttaki %80-90’ı kemik ve diş yapısında kalsiyumla beraber etkinlik gösterir. Ayrıca mineral, hücre yapısı ve fonksiyonlarında, enerji üretiminde, dokuların kendini yenilemesinde rol oynamaktadır.
Mineralin yetersizliği normal bir beslenmede pek görülmez. Ancak bazı rahatsızlıklarda fonksiyonelliğini yitirmektedir; mide-bağırsak kanalındaki bir rahatsızlık mineralin emilimini düşürmekte, kemik hastalıklarında (raşitizm, osteopoz) da kalsiyumla oranı değişmektedir.
Vücudum makro düzeyde gereksin,im duyduğu bu elementleri, önem taşıyan birbiri ile orantılı alımı ve bağırsaktan maksimum emilimine destek verebilmektedir.
Magnezyum
Bir çok besin maddesinde yaygın olarak bulunur, patates, kuru yemişler, tahıllar, kuru sebze ve meyveler, esmer pirinç ve etler, çikolata zengin kaynaklarındandır.
Günlük gereksinim duyulan miktar yetişkinler için 200-500 mg dır.organizmada pek çok metabolik fonksiyonda özellikle enerji ile ilgili reaksiyonlarda (ATP kapsayan reaksiyonlarda) zorunlu olarak rol almasından dolayı en küçük bir yetersizliği ciddi rahatsızlıklara neden olmaktadır. Magnezyum aynı zamanda santral sinir sisteminde etkilidir, yüksek konsantrasyonları deprasan etkilidir, hipotansiyona neden olur, kalp hızını azaltır ve nihayetinde kalp durur. Yetersizliğinde, yorgunluk, uyuşukluk, sitem dışı titremeler, saç ve tırnaklarda kırılganlık görülmektedir.
Sodyum ve Potasyum
Sodyum mineralinin ana kaynağı olan softa tuzu (NaCI) dur ve değişik oranlarda pek çok besin maddesinde bulunmaktadır; et, süt, yumurta, yeşil yapraklı sebzeler, konserve yiyecekler, bira, ekmek, kek ve bisküviler. Günlük gereksinim yetişkin bir insan için 1600 mg kadardır. Potasyum minerali de doğal olarak bütün gıdalarda bulunmaktadır; patates, baklagiller, sebze ve meyveler, kuru yemişler.günlük gereksinim yetişkin bir insanda 3500 mg kadardır. Bu iki mineralinde, özel sorunlar haricinde beslenme yeterliğine pek rastlanmaz.
Sodyum ve potasyum vücut sıvısının temel iyonlarıdır. Sodyum başlıca hücre dışı sıvıda yoğundur, oysa potasyum bir çok enzimatik sürecin sinir sistemndek,i iletimin ve kasın çalışma için zorunlu olduğu hücre içinde yoğun bulunur. Hücre dışında soydu, hücre içinde de potasyumu yüksek düzeyde tutan mekanizma hücrenin devamlılığını sağlamaktadır.
Bitkilerde potasyum sodyumdan fazla bulunur; sodyum ve potasyum miktarlarına dikkat ediniz; Bunun nedeni potasyum iyonlarının kolayca toprak tarafından emilirken, sodyum tuzlarının yağmurlar tarafından denizlere taşınmasıdır. Bitkiler topraktan aldıkları potasyumu organik asitlerle tuz olarak taşırlar. Bitkisel beslenme ile de sağlıklı bir şekilde metabolizmadaki dengeye yardımcı olurlar.
Demir
Yaşam ,için zorunlu elementlerdir, oksijenin kandan dokulara taşınabilmesi için demirlere bağlanması gerekir. Vücutta toplam olarak 2.5-4 g bulunan demirin %70 i kırmızı kan hücrelerinde (hemoglobin hem-kısmı) %5i de kasların myoglobin bölümünde bulunur, Geri kalan %25 kadar kısmı da dolaşımda bulunmaktadır. Demir kolaylıkla değer değiştirebildiğinden metabolizmada oksidasyona ve enerji reaksiyonlarında etkilidir. Demirin metabolizmada okside edici gücü dolayısıyla da zarar verici etkisi demiri taşıyan proteinin veya diğer antioksidanların varlığı ile engellenir. Kontrol edilemediği zaman çok aktif serbest radikallere çevrilerek hücresel zararlara neden olabilirler;hücrelerin yaşlanması veya ölmesi gerçekleşebilir; bu normal hücre yaşlanması olmasına rağmen bu tip oksidasyonlar hücrenin erken yaşlanmasına neden olur. Demir bağışıklık sistemi üzerinde de etkilidir. Tahıllar, kuru yemişler, yeşil yapraklı sebzelerde bulunmaktadır.
Demirin, bir çok besin maddesinde bulunmasına rağmen organizma tarafından kullanıldığı çok düşüktür. Hayati önem taşıyan demir besin maddelerinde “hem ve nonhem demir” olarak iki form da değerlendirilmektedir. En fonksiyonel demir hayvansal kaynakların bir kısmında bulunan hem formudur; kimyasal yapısından dolayı, kolayca oksijenle birlikte vücutta yüklenir ve boşaltılabilinir, fakat araştırmalar %10-30 unun metabolizmada emildiğinden %80 kadar kısmının atıldığını göstermiştir. Tahıllar da , sebzelerde ve hayvan kaynaklı yiyeceklerin bir kısmında bulunan nonhem demirinin emilimi besin maddelerindeki diğer bileşimlerin mevcudiyetine bağlıdır. Ispanakta, tahıllar da meyvelerde ve yumurtada bazı maddelere bağlı olan demir, suda çözülmez, sindirilemez ve atılır. Çay ve kahve alımı da nonhem demir emilimini olumsuz etkiler.
Peki insan vücudu için gereksinim duyulan demir miktarı karşılanmazsa neler olur ? besinsel demir eksikliği kansızlığa (demir eksikliği anemisi)neden olur. Erkeklerde demir gereksinimi kan kaybetmelerde, bağırsak kanaması gibi durumlarda kendini gösterir. Kadın ve çocukların ise demire ihtiyacı yoktur. Kadınların hamilelik döneminde gereksinimleri artar ve menstruasyon kanamaları döneminde demir kaybettiklerinden demir eksikliği kolayca ortaya çıkabilir.
Bitkisel kaynaklı besin maddelerinden demirin kullanıldığı en iyi olanın sadece soya fasulyesi olduğu bilinmekteydi bugüne kadar peki ya bitki öz suyunda nonhem demirinin sürekli ve düzenli alımı fonksiyel kullanımı arttırmakta ve gereksinim duyulan miktarda kullanıma yardımcı olabilmektedir.böylece bağışıklık sisteminin gülü bir oksidatif madde olan demirle zarar görmesi engellenmiş ve hücrelerin yaşlanmasına karşı savaşta metabolizmaya destek ver,ilmesi sağlanmış olur.
Bakır
Bakır bütün doğal besinlerde bulunur. En zengin kaynakları hayvansal gıdalardır. Bitkisel kaynakları ise kuruyemişler, kuru baklagiller ve tahıllardır. Ancak organizma tarafından alınan bensin maddelerinin posası bitkisel kaynaklı bakırın alımını azaltır.
Bakır hemoglobin oluşumunda etkindir, kan hücresine oksijen taşıyıcısı olarak hareket eder. Birçok enzimlerin reaksiyonlarında dirimsel trol oynar. Ayrıca protein yapılarında fonksiyonel rol oynar ; bakır taşıyan protein (lisil oksidaz)elastin ve kollojenin çapraz bağlarının oluşumuna yardımcıdır. Bu şekilde kan damarlarının bağ dokusuyla devamlılığı sağlanmış olur.
Günlük gereksinim duyulan miktar yetişkinler için 1-3 mg dır. Yetersizliğine pek sık rastlanmamakla birlikte, yetersizliğinde bağışıklık sistem etkilenir ve genetik hastalıklar görülür; Wilson hastalığı ve Mankes sendromu. Metabolizmaya fazlaca bakır yüklendiğinde ise “bakır depolama hastalığı oluşur; safra kesesi ve barsak yardımı ile büyük miktarların dışarı atılımı başarılamadığından bakır birikimi oluşur, beyinde karaciğerlerde, gözlerde ve diğer organlarda birikir ve organlara zarar verir.
Mangez
İnsan veya hayvan dokusunda pek az miktarda bulunur, karaciğer, pankreas ve saçlardadır insanlar için gereksinim duyulan miktarın pek az olduğu da aşikardır ve fazlasının da zehir etkisi vardır.
En zengin kaynakları bitkisel besin maddeleridir. Yapraklı sebzeler, tahıllar, kuru baklagiller, kuru yemişlerdir. İnsanlar manganezin çoğunu ay ve kahveden alırlar. Hayvansal gıdalar mineralce fakirdir. İnsanlarda yetersizliği dengeli beslenmenin sağlanamadığı durumlarda ortaya çıkmaktadır.
Krom
Kan şekerini dengeler, insülinin ve hücre membranı arasında köprü görevi görmektedir hatta insülin yapısını da etkilendiği ileri sürülmektedir. Protein metabolizmasına da yardımcı olur. Günlük gereksinim yetişkinler için 50-200 ug dır. Eksikliğinde kan şekeri düşmekle (hipogilisemi), serum kolesterol triglisereit ve açlık insülin düzeyi yükselmektedir. Diyabetlerde eksikliğine rastlanılmamaktadır.Bira mayası kuru yemişler, mantar ve şarap diğer zengin kaynaklarındandır.
Çinko
Çinkonun deri ve bağ doku metabolizmasında özel bir yeri vardır, proteinin ve kollojenin sentezine etkindir. Saç ve deriye renk veren pigment hücrelerinde etkilidir. Enzim komponenti olarak bulunmakta (70-90 tane) ve bunlar karbonhidrat ve enerji metabolizmasında, proteinlerin sindiriminde, Nükleik asit sentezinde karbondioksit taşımasında ve diğer bir çok reaksiyonda yer alırlar.
Günlük gereksinimini karşılayabilecek miktar yetişkinler için 10-25 mg dır, dengeli besin alınması halinde bu karşılanabilinir. Çinko yetersizliğinin en önemli belirtisi iştahsızlıktır. Geçirilen kronik bir rahatsızlık, özellikle yaşlılık ve çocukluk döneminde iştahsızlık varsa çinko yetersizliğine rastlanabilinir. Bu durum çocukların bensel ve cinsel gelişimini olumsuz etkileyebilir yaşlılarda sıklıkla yararlandıkları için iyileşmenin gereksinimine neden olur.
Deniz ürünleri, et, yumurta, kepekli ekmek, karaciğer, lahana ve sarımsak diğer zengin kaynaklarındandır.
KARBONHİDTARLAR
İnsan ve hayvanlar için en önemli enerji kaynağıdır. Enerji gereksinimimizin %55-60’ının karbonhidratlardan sağlarız. Doğada en fazla bulunan organik moleküllerdir. Karbonhidratlar öncelikle “şekerler ve şekere benzemeyen polisakkaritler” olmak üzere 2 ye ayrılır.
Şekerler
Bunlar basit şekerler (monosakkaritler) ve bileşik şekerler (olisaklkaritler) olarak iki gruba ayrılırlar. Kristalsi, az çok tatlı maddeler olup suda çözeltiler yaparlar.
Yaşamımıza tat veren bu maddelerin neler olduğunu kısaca hatırlayalım.
Glikoz; Meyvelerde ,bitki özlerinde,bal ve soğanda bulunur. Kan şekerini hemen yükseltir. Organizmada genellikle nişastanın yıkımı sırasında ortaya çıkar.
Frukoz; meyve şekeri olarak bilinir. Glikoz gibi kan şekerini yükseltmediğinden diyabetliler tarafından kullanılır. Glikozdan daha tatlıdır.
Sakkoroz; Günlük yaşamda kullandığımız toz, kesme, pudra şekeri sakarozdan oluşmuştur.şeker pancarı ve şeker kamışından elde edilir.ayrıca incir, üzüm, hurma, havuç gibi bazı meyve ve sebzelerde de vardır. Kan şekerini çabuk yükseltir.
Laktoz ; Süt şekeri olarak bilinir. En az tatlı olanıdır.
Maltoz; tahıllardan elde edilir. Organizmada nişastanın yıkımında ortaya çıkar.
Polisakkaritler
Şekere benzemeyen bu bileş,imler tatsız ve yüksek molekül ağırlığında kompleks yapılardır. Suda çözünmezler, suda dağılabilen koloidal çözelti yapar. Polisakkaritlerin yapı taşları sadece basit şekerler (monosakkaritler) değildir, bazı tüketilmiş bileşikler (amino şekerler ve üronik asitler) de vardır.
İnsan ve Hayvanlarda Polisakkaritler
İnsan ve hayvan metabolizması, bitkilerde yoğunlukla bulunan polisakkaritlerden az miktarı kullanılır. Sindirim sisteminin kaldırabileceği miktar sınırlıdır, spesifik bir emilme şekliyle (pnositöz)kullanılır ve bir kez emilimi gerçekleşir, o oranda da kalır.
Glikojen; insan ve hayvanların depo ettikleri polisakkaritir. Kas dokular ve karaciğerde depolanmaktadır ve karaciğerin glikojen içeriği beslenme durumu ile sıkı bağımlıdır, kısa süren bir açlık durumda bile minimuma düşer. Bitkilerde bulunmaz, sadece tatlı mısırda bulunmuştur. Kimyasal bileşim ve bir çok özellikleri bakımında nişastaya benzer.
Bitkilerde Polisakkaritler
Bitkilerde çok sayıda karmaşık yapılı polisakkarit bulunmaktadır. Nişasta, selüloz, pektin, zamklar bu gruptadır. Bunların başlıca iki fonksiyonları vardır; hücre zarları ve iskeletler maddelerini oluşturmaları ve de yedek besin olmalarıdır.
Nişasta ; bitkilerde havadaki karbondioksitin özümlenmesi(fotosentez) ile oluşan glikozun özel enzim sistemin altında yoğunlaşması ile oluşur. Suda çözünmeler ve tatları yoktur. Bitkilerin köklerinde, gövdelerinde, yapraklarında veya meyvelerinde depolanmaktadır; nişasta tanecikleri ince bir protein katmanı ile çevrilmişlerdir ya da selüloz duvarına tutunmuş olabilirler.
İnsan beslenmesinde en önemli besin polisakkarittir, günlük karbonhidrat gereksinimin çoğunu nişastadan alınır ve sindirim enzimleri tarafından yavaş yavaş şeker dönüştürülür. Fazla alınması durumunda ise yağa dönüştürülüp depolanır.
Fruktanlar; tüm genç bitkilerin hücre duvarlarını oluşturmaktadır;birçok bitkinin kök yumrularında depo polisakkarit olarak nişastanın yerine , bazı bitkilerde de nişasta ile birlikte bulunur.
Pektin; tüm genç bitkilerinin hücre duvarını oluşturmaktadır; parankima hücre duvarında, meyve ve sebzelerde bulunur. Yapısı kesin olarak bilinmemekle birlikte iyi su tutucudur, jöle oluşumunu sağlar.
Bitki Zamk veya zamklı sular (musilaj); karmaşık maddelerdir. Suda çözünen ya da su ile şişip yapışkan koloidal çözeltiler yapan polisakkaritlerdir. İnsan beslenmesinde önemli bir yeri yoktur. Daha çok sanayide kullanılır,şekercilikte kristalleşmeyi önlediğinden önemlidir.
Selüloz
Bitkilerin odunsu kısmanda ve hücre duvarlarının dış kısmında bulunur. Doğada en bol bulunan organik maddelerden olan selüloz, ünülin başta olmak üzere lignin, kitin maddeleriyle sertleşmiş olarak bulunur. Suda çözünmeyen bu madde insan sindirim enzimlerinden etkilenmez ve sindiremez ancak sindirim sisteminin düzenli çalışmasında etkinlik gösterir; organizmada artık hacmi arttırarak dışkı durumunun düzenlenmesini sağlar ve barsak hareketlerine yardımcı olur.
Bitki Bileşiminde ki Polisakkaritler
Polisakkaritlerin aldığı rol bu mucizeyi bitkinin etki mekanizması açıklanabilmektedir. Bitki yapısında monosakkaritler ve polisakkaritler bir arada bulunmaktadır.
Gluko-monnoz monosakkaritleri hlüko-mannan yüksek polimer polisakkaritleri şeklinde bulunmaktadır. Bu şekerler çok özel şekerlerdir. Şekerlerin bir çoğu enzimler tarafından parçalanırlar, emilirler ve tekrar inşa edilirler. Emilme biçimleri barsak ta olur. Gluko-mannan zincirlerin bir kısmı da sindirim sisteminde bütün halde emilirler.
Enerjinin primer kaynakları olan bu bileşimlerin iltihaplanmayı önleyici etkisi vardır. Bu yüksek polimerlerin hipertansiyon, kolesterol ve artrit üzerinde etkin olduğu, karaciğerin çalışmasını düzenlediği bilinmektedir. Aynı zamanda bağ dokunun iskelet maddesi olan polisakkaritler, kalsiyum ve fosfat alım miktarının arttırmaktır.
Karbonhidratlar
Besin maddelerinin üretiminde kullanımına kadar geçirdiği işlemler esnasında içerdiği besin eğerlerini kaybetmesi gerekmekte ve son derece ileri teknoloji gerektiren prosesler ile mümkün olmaktadır.
Çok sevdiğimiz muzu elmayı, portakalı soyar soymaz yemezsek, yeşil yapraklı sebzeleri bıçakla kesersek ya da bir süre bekletirsek, ortamdaki oksijenle temas başlar ve besin değerini hızla kaybeder. Bu reaksiyonlar, besinlerdeki karbonhidrat durumu ile ilgilidir ve çok karışıktır. Enzimli ve madde (substrat) gereklidir, birbirinin eksik olması bu istenmeyen durumu önler oksijensiz bir ortam yaratmak (vakumlama, etkileşmez gaz atmosferi) ve işlem prosesini hızla yapılması kaliteyi koruma açısından zorunludur.
STEROLLER (STORELER/STERİDLER)
Steroller lipit (yağ) bileşenleridir, kimyasal olarak benzemezler ancak benzer fiziksel özellikleri vardır. Steroller, kristali alkoller olup doğada serbest halde yada yağ asitleriyle bileşim halinde (mumlar) bulunurlar.
Bitki steroidleri “iltihaplanmayı önleyici (anti-enflamatuar)” maddelerdir, bileşiminde bulunanlar şunlardır; kolesterol, campesterol,lupeol.
Kolesterol
Kolesterin olarak da bilinir, insan vücudunun başlıca sterolüdür. Bütün dokulara dağılmış halde bulunur. Önemli miktarda beyinde, karaciğerde, adrenal bezlerinde, sinir dokusunda ve deride bulunur. Karaciğerden salgılanan kolestrenin %90’ı safra asitlerine dönüşür(oksitlenir), bir kısmı ise değişime uğramadan safraya karışır ve safra kesesi taşlarını oluşturabilir. Storedi hormonların ön maddesidir;cinsiyet hormonları (androgen ve östrogen) bunlardandır.
Hayvanların dokularında bulunan bir tip kolesterol (7-dehidrokolesterin) güneş ışınlarıyla D vitaminine dönüşür. 7- dehidrokolesterin insan için en önemli provitamindir, deride oldukça yüksek konsantrasyonda bulunur. Güneş ışınları yada UV ışınları tarafından fotokimyasal reaksiyona uğrayarak önemli bir bileşime dönüşür (dehidroksikolekalsiferol). Bu bileşim iskeletin özellikle mineralleşmemiş bölgelerinde iyi bir şekilde mineralleşmeyi sağlar. Kemiğin önemli bileşimleri olan kalsiyum ve fosforun dağılımı sağlamak suretiyle diş ve kemiğin oluşumunda etkilidir. Bileşimin etkisi raşitizm hastalığına neden olur.
B Sitosterol
Bitki dokularındaki sterol B sitosteroldür. Bitkisel steroller kolesterolden farklı olarak insanlarda az miktarda emilirler. Hatta fazla miktarda bulunan bitkisel steroller kolesterolün emilimini azaltırlar (inhibe ederler).bu durum yüksek plazma kolesterol düzeyi “hiperkolestrolemi” problemini azaltmak için önerilmektedir.
SPONİNLER
Doğada az miktarda fakat dağılmış halde bulunur. Renksiz kristal acı maddelerdir. Suda iyi çözünen çok köpüren çözeltiler oluştururlar, kullanımları da bu özelliğinden gelir. Bu özellikleri dışında suda çözünmeyen bileşimleri de vardır ve bunların seyreltik çözeltileri bile zehirlidir, kana şırınga edildiğinde zehirli olan bu bileşimler ağız yoluyla da alınabilirler. Bu bileşimler eskiden ilaç ve ok zehiri olarak kullanılırdı.
ANTRAKİNONLAR VE TÜREVLERİ
Bu bileşenler tek başına jelde bulunurlar. Genellikle zehirli maddeler olarak bilinirler ve tek başlarına yoğun oranda olukları zaman bu etki gözlenebilir. Ancak eser miktarda bulunmak zorundadırlar ve zehirlidirler. Laksatif etki gösteririler, barsaklardaki emilmeyi arttırırlar ve ağrı kesici (aneljezik) etkilerinden yararlanılır. Güçlü antibakteriyel (bakterilere karşı) ve virüsidal (virüs öldürücü) etkiye sahiptirler.
Bileşimin de acı bir tat katarlar ve jel/usare karışımına sarı veya portakal rengini verirler. Renk antrakinoun yapısından ileri gelir. Bunlar çiçek, gövde yaprak ve kök hücrelerinin özünde çözülmüş olarak bulunurlar.
Emodin
Bakterileri öldürür ve cilt problemlerinde etkilidir
Antrasen
antibiyotik ve anti-enflamatuar (iltihap önleyici)
Antronol
antibiyotik özellik gösterir.
Chrysophanic
Acıt cilt mantarlarını önleyici etki gösterir.
Eterel yağ
analjezik etki gösterir
Sınnamonik acıt esteri
Analjeik ve anestetik etki gösterir
Izobarboloin
Aneljezik ve antibiyotik etki gösterir
Resistanol
Bakterileri öldürür.
HORMONLAR
Katı kısımda bulunan diğer küçük molekülerdir.
Oksinler
Bitkisel kaynaklı bir hormonudur. Bitkinin büyümesinden sorumludur. Bitki tohumlarında daha yoğun olarak gözlenir.
Giberellin
Fitopatojen mantarların bir ürünü olarak izole edilmiştir. Bitkilerin hızlı büyümelerinin sağlanmasının yanı sıra, hücre bölünmesini de hızlandırır.
Bitkilerin “gelişme hormonu” olarak tanımlanmaktadır.
BESLENME GEREKSİNİMİ
İnsanlar hem yaşamın devamı hemde onlardan beklenen verimin elde edilebilmesi için değişik besin maddelerine değişik miktarlarda gereksinim duyarlar.Bu besin maddelerin bitkisel ve hayvansal kaynaklardan kompleks halinde alılar ve metabolizma adı verilen ortamda bir çok değişikliklere uğratarak özümlerler, ,değersiz ve zararlı atıklar da atarlar.
İnsanlarda beklenen verim genelde dört ana başlık altında tanımlanabilir.Bunlar:homeostazı korumak,büyüme,kas gücü olarak da tanımlanabilen iş verimi (enerji)ve üzeri faaliyetleridir.İnsanoğlu yaşamını devam ettirebilmek ve bahsedilen verimler sağlıklı bir biçimde sürdürebilmek için,karbonhidrat yağlar,proteinler,vitaminler,mineralle ve hormon,enzim gibi diğer etkicil maddelerle gereksinim duyarlar.
Alınan besin maddeleri miktarları vücudun metobilik gereksinimlerini karşılayacak nitelik ve nicelik taşımalıdır. Bununla beraber vücuda alınan gıdalar değişik oranlarda besin maddeleri içerdiklerinden aralarında uygun bir dengeyi korumak gerekmektedir.
BESLENMENİN FONKSİYONLARI
Gün içinde gıdalarla besin maddeleri,insanların yaşamının devamını ve yaşamın bir parçası olup verimler sağlayabilmek amacıyla öncelikle homeostazı korunması için gerekmektedir.
Homeostazı korumak
Homeostazı vücudun iç çevresinde sürdürebilmesi işlemdir.Hücre ve dokuların birleşenleri sürekli kullanılır ve vücudun iç çevresinde uygun sınırlar içinde sürdürebilmesi için tekrar yerlerine konulmalıdır.Her gün besin maddelerin alınması gereklidir.Çünkü :gereken yapı taşlarının sağlanması ve ısı-elektrolit asit baz dengesinin sürdürülmesi zorunludur.İnsan vücudunun ortalama bileşeni tablo`6da gösterilmiştir.
Bileşen
%
Su
55
Proteinler
19
Yağlar
19
Karbonhidratlar
<1
Mineraller
7
Vitaminler
<0.01
Eğer vücut yağı göz arda edilirse yağsız vücut kişinin ağırlığı kabul edilir.Sağlıklı erişkinlerde ortalama yağsız vücut kitlesinin%65-70 ini su oluşturur.İnsanlarda günlük su gereksinimini belirleyen etken ise besin maddelerinin kalori içerikleridir.Bu gereksinimin erişkinlerde besin maddelerinin içerdiği kalori başına 1 ml iken bebeklerde 1.5 ml olarak belirtilmektedir.
Bazı durumlarda vücutta su dengesi ile ilgili bir takım sorunlarla karşılaşabilmektedir.Bunlar;sıvı kaybı ve sıvı fazlalağı olarak tanımlanabilir.Sıvı kaybı;aşırı terleme,kusma isal veya aşırı yanıklar sonucu olabilir.Sıvı fazlalagı ise böbrek veya kalp yetmezliği gibi su ve sodyumun normal atılımı etkileyen hastalıklardan gerçekleştirilir.
Büyüme
Bireyler çocuklarda olduğu gibi yaşamlarını belli dönemlerde yeni dokular oluşturmak için ek besin maddelerine gereksinim gösterirler.
Enerji Gereksinimi
Her insan yaşam sürecinde beklenen verimleri sağlayabilmek için enerjiye gereksinim duyar.Enerji,günlük olarak tüketilen gıdalarda bulanan besin maddelerden sağlanır.Sağlıklı olabilmek ve beklenen verimi gerçekleştirebilmek için gereksenen enerjiyi saplayacak miktar ve kaliteden besin maddelerine gereksinim duyulur.Enerji gereksinimi bireyin faaliyet çevre fizyolojik fonksiyonlarına bağlı olarak oldukça değişiklik gösteren kavramdır.Örn:büyümekte olan bir çocuğun bir sporcunun hasta olan bir insanın enerji gereksinimlerine birbirinden hep
farklıdır ve onların günlük beslenmelisi bu gereksinimlere göre düzenlenmelidir.
Üreme faaliyetleri
Üreme faaliyeti erkeklerde sperma kalitesi ve verimi kadınlarda ise ovulasyon(yumurtlama) ve gebelik durumu olarak ifade edilebilir.işte bu verimlerin sağlanabilmesi için de vücudun değişik miktarlarda gereksinimi söz konusudur.
Besin maddeleri
İnsanların besin duyduğu besin maddelerini genelde 6 ana gurupta adlandıra biliriz bunlar;karbonhidratlar yağlar proteinler vitaminler minareler ve sudur.besin maddeleri ve bunların temel fonksiyonları tablo 7`de gösterilmiştir.
Besin
ANA FONKSİYON
Karbonhidratlar
Enerji kaynağıdırlar
Yağlar
Enerji kaynağıdırlar.Vücudundegişikk dokularda yapısal fonksiyon gösterirler
Proteinler
Vücudun temel yapı taşlarıdır
Vitaminler
Metebolik faaliyetlerde özel öneme sahiptirler,enerji değişimi sağlarlar
Mineraller
Metebolik faaliyetlerde özel öneme sahiptiler iskelet ve dişlerin temel yapı taşlarıdır.
Su
Yaşam onsuz düşünülemez.
Karbonhidratlar ve yağları enerji kaynağı olarak özel öneme sahiptirler.Bunlardan karbonhidratlar özellikle basit şekerler formunda vücudun ana enerji vericilerdir.Yağlar ise enerji içerikleri bakımında karbonhidratlara göre yaklaşık 2.5misli daha fazla kalori sağlamalarının yanı sıra esansiyel ve yağ asitlerin aynı zamanda A,D,E ve K gibi yağda çözülür vitaminlerin taşıyıcıları olmaları özelliği ile önem arz ederler.
Proteinler çocuklarda ve gebelikte büyüme üzerine olan özel önemlerini yanı sıra doku yenilenmeleri üzerinde de fonksiyona sahiptirler.
Vitaminler metabolizmada gösterdikleri fonksiyonlarla yaşamın devamı büyüme ve üreme üzerinde eser miktarlarda gereksinim duyulmalarına rağmen büyük öneme sahiptirler.
Minareler aynı vitaminlerde olduğu gibi değişik Metebolik faaliyetlerde yer almakla birlikte kemiklerin dişlerin kanın ve saç gibi dokuların temel yapı taşları olmakla özellik gösterirler bazı iz elementlerinin üreme fonksiyonların üzerinde de etkili olmaları onlara ayrı bir özellik kazandırır.
Su yaşamın kaçınılmaz tek kaynağıdır.Hayvansal organizmalar açlığa uzun mürtetler dayanabildiği halde susuzluğa ancak ve ancak 3-4 gün gibi kısa süreler için direnç gösterebilirler.Çünkü su vücutta tüm dokuların temel yapı taşı olmakta beraber kanın ana bileşeni olması besin maddelerin çözülmesi artık maddelerin vücuttan atılması vücut ısısının dengelenmesi(ısı reğülasyonu)ve birçok metobilik faaliyete ortam hazırlaması nedeniyle bir unsurdur.
BESLENMEDE DİKKAT EDİLECEK HUSUSLAR
Vücudun ihtiyaç duyduğu besinler hayvansal ve bitkisel kaynaklı besin maddelerden bir kompleks olarak alınırlar.Bu kompleks maddeler etkicil olmakta beraber vitamin ve mineral maddeleri içerirken büyük miktarlarda protein yağ ve karbonhidratlardan oluşmuştur.
İnsanların beslenmesinde dikkat edilecek en önemli husus gereksenen besin maddelerden nitelik ve nicelik bakımından tam ve dengeli olarak tüketilmesidir.Bu demektir günlük tüketimde besin maddelerin ne gereğinde az nede gereğinden fazla alınmalıdır.Aksi takdirde ya yetersiz beslenmenin yada aşırı beslenmenin sonuçları kaçınılmaz.
AŞIRI BESLENME
Günlük enerji tüketiminde daha fazla enerji vererek besin alınması ağırlık artışına neden olur.Vücuda alınan protein ve karbonhidrat gibi besin maddelerden gereksinime fazlaları organizemde yağa dönüştürülür ve depolanır.Buna benzer şekilde yağların fazlasının da neden olduğu şey yine aynısıdır.
Yağın depolanmasına hücrelerin büyümesine lipit moleküllerin yığılması veya yağın biriktiği dokularda hücre sayıları çoğalması sayesinde gerçekleşir.Vücutta yağın birikmesi ilk çocukluk yılarında ve ergenlik çağında çoğalır,daha sonra hücre sayısı sabit kalır.Vücutta yağ birikenleri henüz artmakta olmakla yaşlarda aşırı beslenme hayat boyu aşırı kilo alma eğilimine neden olacak özellikle tehlike arz etmektedir.
Bu tür yağlanmalarda ileride anlatılacağı kadar üzerine diğer bazı rahatsızlıklara neden olmakla birlikte gündemde gelen en önemli problem şişmanlık olmaktır.
Yetersiz beslenme
Geri kalmış ve gelişmemiş olan bir çok ülkede milyonlarca insan özellikle nitelik bakımından yeteriz beslenmektedir.Bu durum esansiyel beslenme unsurludan bakımından geçerlidir.Bu demektir ki adı geçen koşullarda vitamin ve özellikle proteinler yapı taşları olarak amino asitler bakımından derin bir beslenme sorunu vardır.Zorunlu beslenme unsurları ve vitaminleri dengeli bir şekilde içeren beslenme maddelerden yetersiz miktarda alınması büyümenin yavaşlamasına zayıflama ve diğer belirtilerek birlikte özellikle dirençsizlik gibi sorunlara neden olmaktadır.
BİTKİSEL BESİNLER ve ÖNEMİ
Beslenme ve önemi incelediğimizde ilk bölümde özenle beslenmenin kalitesinden bahsettik.İnsanların besin maddelerden tüketirken nitelik ve nicelik bakımından tam ve dengeli bir şekilde kullanılması zorunluluğu besin maddelerden ayrıntısıyla gözden geçirdiğimizde daha fazla anlaşılır hale geldi.Bu öğelerin gereksinime duyulan miktarda kadar yararlı kullanımlar için birbirlerine bağımlılık önemli faktörler arasında daydı ve bazıları da vardı ki olmazsa olmazdı.Besin maddelerin önemini ve kaynaklarını hatırlamamızın ardından bitkisel ve hayvansal besinlerin özellikle ve toplu olarak kıyaslanmasına yaparak şu gerçekler dikkatimizi çeker.
Sağlıklı bir cildin üst tabakasındaki prigmenler yaş ırk ve bünyeye bağlı olarak açık bir pembelikten koyu kahverengiye kadar değişim gösteren renk verir.Cildimiz gözenekli yaşanan bir canlıdır.Vücut her gün cildi yeniden üretmektedir,bu üretim içten dışa doğru gerçekleşmekte yaklaşık olarak dört hafta içinde cilt kendini tamamen yenilemektedir.Bu dönüşüm günlük bizim fark edemediğimiz miktarda aşınma ve dökülme ile gerçekleşir.Cildiniz temizliğe ve bakıma gösterdiniz özen yenilenmeye yardımcı olmaktır.
Derin yapılanması dıştan içe doğru üç tabaka şeklindedir.
1. Dış Tabaka (Epidermis)
2. Orta tabaka(Korium)
3. Alt Tabaka(Subkutis)
1. Dış Tabaka(Epidermis)
Bu tabaka 0.6-0.9 mm kalınlığındadır,değişik yapılarda birbirlerine bağlı aşağıdan yukarıya doğru katmanlardan oluşmaktadır.
a) Bazal hücre tabakası
b) Dikenli Hücre Tabakası
c) Çekirdekli Tabaka
d) Şeffaf Tabaka
e) Boynuz Tabaka
En alt tabakası olan bazal hücre tabakası bir sıra silindirlik hücreden yapılmıştır.Bu hücrelerin büyük bir kısmı(%95) keratin sentezi yapar.Bunların arasında renk cisim de vardır.Pigmentler bazal hücre tabakası bulunmalarına rağmen yukarı katlara doğru uzanan dallı budaklı hücrelerdir UV ışınlarına karşı çok hassaslardır.Pigmentlerin yığılması önemli sorun teşkil eder çil ve benlerin oluşması nedeni bilinmeyen bu yığılmalardır.
Epidermisin diğer katları bu bazal kat doğurur.Buradaki hücrelerin bölünerek çoğalması yoğunlukta istirahat hakinde ve uyurken olur.Kasların çalışması sırasında bu faaliyet en azdır.
Bazal katın üzerinde deri yüzeyine paralel olarak yerleşen dikenli hücreler tabakası bulunur.Birbirlerine ile temas halinde bulunan bu hücreler arasında ki boşluklarda lenf bulunur.
Dikenli hücreler katı üzerinde 2-3 sıra iğ şeklinde hücrelerden yapılmış çekirdekli tabaka bulunur.Bu katmanlarda hücrelerden arasında köprüler bulunmaz ve çekirdek incelmiş ince pililer halinde buruşmuş durumdadır.
Dikenli hücreler katı üzerinde çekirdek çok fazla atrofiye olmuş ve yassılaşmış hücrelerden oluşan şeffaf tabaka vardır.Bu tabaka hücreler mutad boya metotları ile çekirdeksiz görülmektedir.
Şeffaf tabakanın katı üzerinde çekirdekleri çok daha fazla atrofiye olmuş ve yassılaşmış hücrelerden oluşan boynuz maddesi olan keratine benzeyen boynuz yağı vardır.Bu kattadaki hücre sayısı kişinin yaşına ve derinin muhtelif bölgelerine göre değişir.Alttaki hücreler birbirlerine bağlı oldukları halde üsttekilere bağlar gevşemiştir ve dökülmüştür.
2. Orta Tabaka(Korium/Kutis)
Epidermis altındaki bu tabaka deri yüzeyine paralel olan bağ dokusundan meydana gelmiştir.Bağ dokunun ana çatısı ağ şeklinde gayet sık dokunmuş kollajen lifleriyle bu lifler arasında şeritler halinde görülen elastiki liflerden oluşmuştur.Bu söyleyen lifler vücudun pek çok kompleks işlevi yerine getirebilmesi için gereken güçlü yapıyı ve desteği sağlayan en zengin yapılanmalıdır.Cilde sağlamlık esneklik kazandıran bu kamdandır.Kan damarları kaslar sinirler ve salgı organlarının bulunduğu bu katman kıl ve saça da hayat vermektedir.
Bu iki ana bileşenin yapısını yakından tanımakta fayda vardır.Kollajen kan damarı ten don ve kıkırdakları ana yapı taşıdır.Derinin sert yapısı tamamen kollajenin yapılmasında kaynaklanmaktadır katlanmış çapraz ya da paralel yığınlar alinde olan ir yapılanmadır kollajenin yapısındaki çapraz bağlamalar hiçbir zaman sona ermez bu süreklilik derinin sürekli yenilmesinden sorumludur büyüme gelişme sırasında his edilir derece de değişikliğe uğrar zamanla da bağ dokunun yaşlanması gerçekleşir.Geçen yıllar içinde kollajenin yapılamasındaki bağlanmalar sürekli devam ettiğinde derinin sertleşmesi artar elastikiyet giderek kaybolur kan damarları ve diğer dokuları oluşumu devam eder ve elastikiyet iyice zayıflar.
Kollajen ayrıca yara iyileşmesinde önem kazanır.Kollajenin bu olayları düzelmesinde gerçek rolü anlaşılamamıştır.Bu arada insan vücudunun %30 dan fazlasına hakim olan bu yapılanmanın diğer sert dokular kemik ve dişlerin de ana yapı malzemesi olduğunu hatırlatmalıdır.Karaciğer gibi yumuşak dokular az miktarda kollajen içerir.Kollajenin yapılanması çok sık tekrarlanma 3 ağrı protein zincirinin(glisin,prolin,hidroksiprolin) hidrojen bağları ile birbirlerine urgan gibi bağlanarak(üçlü heliks şeklinde) sarılması ile oluşur.
Elastiğ bağ dokuda kollajen ile birlikte oluşur ve çoğunlukla kollajen ile birlikte yer alır.Elastiğ ile kollajen arasındaki benzerliklere dikkat çekilmiştir her iki yapılanmada bir birine benzemeyen proteinlerden oluşmuştur ve yapısal elementlerden karbon azot hidrojen ve oksijendir.ancak bu benzerlikler kadar farklar da aynı derece önemlidir.elastiğ çoğunlukla bağlarda ve kan damarlarda duvarlarda bulunan sarı bir kollajenden farklı olarak fibrilleri uzunluğunun birkaç katına uzatabilecek lastik gibi esnetebilir.
3. Alt Tabaka(Subkutis)
Koriunum alt tabakalarında bağ dokusu lifleri deri yüzeyine dikey inerek geniş delikli ağlar yapalar ve bu delikli hücrelerden içine yağ tabakaları toplanarak deri altı yağ dokusunu yaparlar.Yoğun yağ içerikli olan bu tabaka oldukça gevşek olan bir tabakadır.İç organlar tüm dış etkilerden koruyan tampon özelliğindedir.Kalınlığı kişiye ve bölgeye göre değişim göstermekte ve derinin dış görünüşünü oluşturmaktadır.
Önemli bir ayrıntı şudur:Epidermis ve Korium tabakarınlarının kalınlıkları yaşa göre değişirler, ancak Subkutis’in kalınlığı yalnız beslenme şartlarında göre değişir.
Cildin Kas Yapısı
Cilt keseleri düz ve birbirlerine paralel kaslardan meydana gelmiştir.Bu kaslar alt tabakalardan başlar,yağ bezlerinin altından geçer ve koriyomun en üst katmanlarında sonlanırlar.Cilt kaslarının cilt fonksiyonlarındaki rolü çok büyüktür.Bu kaslar korku, heyecan ve irkileme halinde büzüldüklerinde kılları dikleştirerek cildi bildiğimiz diken diken hale getirirler.Ter ve yağ keselerinin açılıp kapanması da bu kaslar vasıtasıyla olur.Saç kökü öldüğü zaman bile şekillileri muhafaza etmektedirler.
Cildin damar sistemi
Bağ dokusu içinde bulunan kısmen büyük arterlerden çıkan daha küçük arterler supkutis-kutis sınırında bir ağ yaparalar.bu derin damar ağından dallanmalar yaparak daha kuvvetlı oluşan arter ağışamdan şeklinde epidermis tabakaya doğru ilerler ve sonlanır.Bu derin damar sisteminin görevi cilde gereken madde alış verişini yapmaktır;cilt hücrelerini beslemek,artık hücreleri uzaklaştırmak,lenf sıvısının dağıtımını yapmak şeklinde genelleştirilebilir.
Cildin sinir sistemi
Bağ dokusundan epidermisin en üst katlarına kadar ulaşan sinir uçları vücudumuzun dış etkilere karşı duyu işini görmektedir.Cilt en zengin şekilde sinirlenerek ilgili merkezlere iletimi sağlar.
Cildin ek organları
Epidermis orjinli olan ter keselerine,yağ keselerine , kıl ve tırnaklara cildin ek organları diyebiliriz.
Ter Keseleri
Koriumun Derin katlarından çıkan ve deri yüzeyine açılan boru şeklindeki keselerdir.Cildin her tarafından eşit olmayan yoğunlukta yayılmış durumundadır.Terleme vücudun her tarafında farklı miktarlarda olmaktadır.Terin bileşimi içindeki bazı organik maddeler hava ile temasta koku yapmaktadır,bu nedenle kozmetikte ‘’koku keseleri’’ de denmektedir.Ayrıca korkma,heycanlanma gibi durumlarda terleme,terk keslerinin sinir sistemiyle yakın ilişkide olduğunu göstermektedir.İki tür ter kesesi vardır:
1)Erkin(ecrine)ter keseleri: tüm vücutta sayısı iki milyonu bulan,epidermisin derinlerindeki yumaklardan çıkan ve çok kıvrıntılı kanallar şeklinde ilerleyerek salgıyı direkt olarak epidermis dışına çıkaran ‘’dökücü kanallar’’dır.Tırnak yanaklar,küçük dudaklar ,dudak kırmızısı hariç her bölgede raslanmaktadır.Burada ki salgı sadece asidik reaksiyondur,hücre elementleri bulunmamaktadır.Bu nedenle de bileşim koku salgılamaz,bazı maddelerin hava ile temasında koku oluşmaktadır.Sağlık acısından terlemeyi önlemeden,hava ile temas anında oluşan bakterilerle mücadele eden kozmetik ürünler önerilmektedir.Özellikle son yıllarda kansorojen etkileri nedeni ile yasaklanmış olan içeriklere karşı özenle dikkat edilmelidir.
2)Apokvin (apocrin)terk keseleri:Genelde subkutisten çıkan bu keselerin dökücü kanalları,epidermisi dışında değil yağ bezlerinin dökülme yerlerinin üstünde,kıl foli küllerine açılır.Bu tür bezlerin salgısında ise hücresel elementler bulunmakta ve dolasıylada koku maddeleri içerekmetedir.Koltuk altı,genital bölge,meme başları ve kısmende karında bulunmaktadır.Cinsel hayatta rol oynarlar,kadınlarda erkeklerden daha fazladır.
Yağ keseleri
Bu keseler özellikle yağ hücrelerini salgılarlar.Kanal vasıtasıyla kıllı bölgelere,yoğunluklada saç yatağına bağlıdırlar ve salgılarını epidermise yakın olan bu foli küllere boşaltırlar.Yağ keselerinin salgısı olan yağlarla supkutis tabakasında bulunan yağın bir ilgisi yoktur.Hücreler yağ keselerinde salgılanan yağı emerek şişerler ve kanama yaklaşınca patlayıp foli küllere akarlar.Saç foliküllerine akan yağ üs kısımlarda ter ile birleşir ve birlikte epidermin dışına çıkarlar.
Tırnaklar
Epidermisten gelişen 0.5-0.75 mm kalınlığında dört köşeli boynuz teşekkülerdir.’’tırnak yatağı’’adı verilen deri yastığı üzerinde bulunur ve bu yastık yarım ay şeklinde kendini gösterir.
Tırnak yapısı,en çok görülen hayvansal porotein olan keratin yapısındadır.
Kıllar
Keratin yapısındaki diğer proteinlerdir.Keratinin yapısının elastin ve kollojenden farkı çok sayıda kükürt köprüsüyle sağlamlaştırılmış olmasıdır.kutisin derin katlarında ve bazende sub kutiste bulunan kıl soğanı adı verilen şişkince kısımlardan çıkar,aradaki katmanlardan ve yağ bezelerinin de altından geçerek koriumun üst kısımlarında sonlanırlar.Kıl kesesi dıştan içe dogru bir çok katmandan oluşur.
Kıllar,insan vücudunda yaşa göre farklılık göstermektedir.Çocukların vücutları ince tüylerle(lanugo)kaplı iken yetişkinlerin vücutlarını kaplayan tüyler dışında çeşitlilik gösteren kıllar vardır;saç,sakal, koltuk altı kılları,cinsel organları örten kıllar,kaşlar,kirpikler,burundaki kıllar,dış kulaktaki kıllar.İlerleyen yaşlarda bu kılların yoğunlukları azalabilmekte ve çoğalabilmektedir.
Kıl örtüsünün oluşumunda cinsel hormonların çok önemli rolü vardır.Buna göre de 3’e ayrılır;
A)cinsel hormonlarla alakası olmayan,her iki cinste de ortak olan kıllar;lanugo kılları,kaşlar,kirpikler ve diğer organlardaki kıllar.
B)Çocukluk cağında başlayan,her iki cinste de iç salgı bezleri kontrolünde oluşan aynı durumda bulunan kıllar;koltuk altı kılları,genital bölge kıllaları ve saçlar.
c)Erkeğin cinsel hormonları etkisinde olan kıllar;sakal,genital bölgenin üst kısımlarında bulunan kıllar,kulak,burun,gögüs,omuz,sırt ve kolların dış kısımları ile bacaklardaki kıllar.
Vücuttaki kılları şekillerine göre de üç gruba ayırmak mümkündür.
a)Uzun kıllar :Saç,sakal,koltuk altı ve cinsel organları örten kıllar
b)Kısa ve sert kıllar:kaşlar,kirpikler,kulak ve burun kılları
c)Yumuşak kıllar:vücudu kaplayan diğer kıllar.
CİLDİN GÖREVLERİ
Vücudumuz tamamen kaplayan cildimizin anatomisini genel anlamda inceledikten sonra dış etkenlere karşı koruma dışında bir ordan olarak üstlendiği görevlerini incelemek vücut doğasını koruma yolundaki doğal beslenme hedef düşüncemizi destekleyecek zorunlu gerçeklere daha fazla ışık tutacaktır.
KORUMA GÖREVİ:
Derimiz metabolizmamız ile dış ortama karşı her iki yönlü olarak koruma görevini üstlenmiş durumdadır.İçten ve dıştan gelen pek çok zararlıo etkene karşı savunma mekanizması geliştirmesi gerektiğinden sağlamlığı ve elastikiyeti önem kazanmaktadır.
Vücudumuzun iç döngüsünde yaşamsal faaliyetlerimiz devam edebilmesi için gereken optimum ısı ortamı derimiz ve kılların işbirliği ile sağlamaktadır.Ayrıca bu iç ortamda oluşan çeşitli zararlı maddelerin vücuttan uzaklaştırılması işlevine derimiz yardımcı olmaktadır.
Vücumuzun doğal yaşamını sürdürürken dış ortamda kendisini bekleyen tehlikelere karşı yapmakta olduğu savunma işlevleri işe şunlardır.
a)Biyolojik eykenlere karşı koruma:Derinin yaşamında da diğer yaşayan her canlı da olduğu gibi biyolojik bir denge söz konusudur.Deri yüzeyi pek çok bakteri ve mikroorganizmalar ile yüklüdür.Yaşayan bu canlıların hastalık oluşturmamalarında derinin özel yapısı etkindir.Derinin sürekli olarak dökülerek kendini yenilemesi bu mikroorganizmaların sürekli yenilenmesini sağlar.Bu anlamda derinin yapılanmasında önemli olan iki savunma mekanizması daha söz konusudur.Derinin dış yüzeyini ince bir film tabakası gibi kapladığını düşüneceğimiz ‘’koruyucu manto’’yapılanması vardır.Asit ve lipit salgılanmadan oluşan bu manto mikroorganizmaların ve mantarların üreme şartlarını ortadan kaldırır.Cildin asit değeri olarak nitelendirilen değer (PH)4.2-5.6 arasındadır,ortalama 4.5PH değeri şeklinde bilinir ve bu mantoyu tanımlar.
b)Fiziksel ve kimyasal etkenlere karşı koruma:ışınlara karşı korunma,ortamın ısı değişikiliğine göre iç ortam ısının ayarlanması,geçici travmalara karşı savunma,kaza sonucu karşılaşabileceğimiz derumlar,derinin sağlam yapılanması ve elastikiyeti ile ilgilidir.Deri,su ve nemi normal yapısı ile geçirmemektedir.
Cildin beslenmesi(Absorbsiyonu):
Cildin içten ve dıştan beslenmesi cildin sürekli sağlıklı yaşamı için kaçınılmaz zorunluluğumuzdur.Beslenme şartlarının yüksek kalitede olması gereken sağlamlık için alt yapıyı verirken dış etkenlere karşı nemlilik kazandırma dıştan beslenme ile mümkün olacaktır.Yakın tarihe kadar cildin normal yapısının suyu ve nemi geçirmeye imkan verdiğini düşünülmekteydi ancak araştırmalar göstermiştir ki cildin suyu çift taraflı geçirgenliği söz konusudur.Ancak yağlar ve yağda çözünen maddelerin emilimi kısmen daha alt tabakalara kadar mümkündür.Emilebilir özellikteki maddeler kıl foliküllerinden gerçek bu katmanı aşalar.
CİLDİN DEPO GÖREVİ:
Derinin alt yapısındaki yağlanmadan bahsetmiştik.Ayrıca önemli bir su deposu ve kan deposu olduğu da yapılanmadan görülmektedir.Deri, bu maddesel depolama ile bir anlamda savunma mekanızmasına destek bvermektedir.
Solunum görevi:
Derinin gazları geçirebilmesi bünyenin ve dış ortamın(ısı,nemlilik,gaz yoğunluğu)bağlı olarak etkinlik kazanmaktadır.Deri,oksijeni geçirebilmesi ve karbondioksit değişimi ile gereksimini karşılayabilmektedir.
Duyu Organı
Cildin sinir sistemi bölümünde,sinirlenmenin çok zengin olduğunu ve ilgili merkezlere iletimi sağlayarak hassasiyetin ne denli güçlü olduğunu dile getirmiştik.Bu hassasiyet vücudun her yerinde farklı dağılım göstermekdir ve vücudun kabul edilemiyeceği durumlarda rahatsızlık verici tepkimeler baş gösterir, kızarmalar, kaşıntılar,..bu durum alerjik durumdan ayırmak gerekir.Bu tür tahrişlerde görüntüler hemen ve belli bir bölgede kendini gösterir.Alerjik durumlarda bu görüntüler aslı aynı anda ve belli bir bölgede oluşmaz
CiLT SAĞLIĞIMIZI MAKSİMUN KORUYALIM
Cildimizin yapısı yaşamımızın aynasıdır.’’güzellik sağlıktan geçer’’sloganı bilinçli insanın yaşam tarzı haline gelmiştir.Derinin yapılanmasında çok net gördük ki alt tabakalardan yukarı doğru hücre ve lif yapısının özel dizilişi derinin kalitesi, sağlamlığı ve elastikiyetini belirlemektedir. Antik çağlardan beri gündemini koruyan “güzellik” kavramı ve istenci gelişen medeniyetle insanların bilinçle yaklaşımını sağlamıştır.Bu süreç içinde pek çok akın yaşanmış ve günümüz teknolojisinde doğanın mucizevi gücünü doğallığa en yakın formatlarıyla kullanma yönünde önemle yol alınmıştır.Bir besin tamamlayıcı olarak kullanımını metabolizmamızın sağlığını korumada yardımcı oluşunu ayrıntılarıyla incelemiştik yaşayan organizma cildimizin sürekli ve çabuk yenilenmesi düzenli ve zengin beslenmesini gerekmektedir,Cildin gereksinim duyduğu bu yapısal elementleri zengin ve hazır şekilde bulması bu doğal yaşama destek verebilmektedir.Epitel hücreler arasında yer alan boşlukları sürek olarak açık tutması ve uygulandığı bölgedeki kan akımını hızlandırarak ölü hücrelerin ortamdan uzaklaştırması ve yeni, genç hücrelerin oluşumunu sağlamaktadır.Bitkinin yapısında bulunan aminoasitler yeni hücre yapımını hızlandıran faktörlerdir. Deney hayvanlarında normal beslenmenin %60 oranında kısıtlandığı durumlarda bir hafta içinde kollajen çapraz bağlarında bozulma, 4 ay içinde kollajen sentezin de azalma tespit edilmiştir.
Cildin dıştan beslenmesinin de emilimi mümkün kozmetik mazemeleri ile sağlanabileceğini anlattık peki bu noktada cildin doğal sağlıklı yaşamına tamamen doğal dıştan uygulanacak preparatların (krem,serom,kapsül)vereceği desteği düşünmemek mümkünmüdür.
Cildimizin normal şartlarda suyu ve nemi geçirgenliğinin düşük olduğun,yağlar ve yağda çözünen maddeleri daha alt katmanlara geçirebildiğini tekrar hatırlayalım kozmetik dünyası cildin dışardan beslenmesi ve nemlenmesi üzerine prepatlar üretimini hayvansal ve bitkisel yağlara yönelik yoğunlaşmıştır.Bileşiminde bulunan lignin polisakkaritler, cildin çok daha katmanlarına kadar ulaşabilmekte ve bileşimindeki etken maddelerin taşınmasını sağlamaktadır derin tabakalara kadar gerçekleşen bu işler hücrelerin sağlıklı oluşumunu ve yumuşamasını sağlayarak cildin sağlamlığının ve elastikiyetinin oluşumunda destek vermektedir
Cilt problemleri ile mücadele gücü araştırmacılara göre bitki jelinin etkin bileşimini yanı sıra PH değeri ile ilintilidir.Cildin 4.2-5.6 arasındaki PH değerini koruma yönünde önemle destek vermektedir.Ayrıca yakın tarihteki çalışmalar göstermiştir ki,cilde çok kısa sürede yüksek oranda penetre olmakta, jelinde bulunan spesifik kimyasallar ciltle etkileşerek iyileşme sürecini hızlandırmaktadır. Bir görüşe
Maskelerin çeşitlerine göre özellikleri;
1. Toprak kilden meydana gelen maskeler:Cilt yüzeyinde kalın bir kabuk oluştururlar. Cildin derinlemesine temizlenmesinde, gerilmesinde ve sıkıştırılmasında etkili rol oynarlar.
2. Yosundan meydana gelen maskeler:Deniz yosununun kurutulup toz haline getirilmesi ile hazırlanırlar. Nemlendirici , temizleyici ve canlandırıcı özellikleri vardır.
3. Toz halindeki maskeler:Genellikle beyaz kilden meydana gelmektedirler. Sulandırılarak kullanılırlar. Sulandırmak için uygun bir meyve yada sebze suyu kullanılabilir.
4. Yağlı maskeler:Cildi besleyici ve canlandırıcı maddeleri kapsar.
5. Jöleli maskeler:Bir fırça ile yüze sürülerek kuruması beklenir. Yüzde şeffaf bir kabuk oluştururlar. Kuruduktan sonra maske en alttan başlamak üzere deri soyulur gibi yüzden kalkar.
Doğal Maskeler ve Özellikleri
-Kuru Ciltler İçin Maskeler –
· Üzüm ve Kaymak Maskesi:Bir komposto kaşığı taze üzüm suyu yine bir komposto kaşığı kaymakla iyice ezerek karıştırılır. bütün yüze sürülüp 20 dakika beklendikten sonra silinir.
· Yumurta Maskesi:Bir yumurta sarısı iki şeker kaşığı zeytinyağı yada badem yağı ile karıştırılır. Yüze sürüldükten 15dakika sonra durulanır.
· Çilek Maskesi:Üç tane çilek iki yemek kaşığı kaymak ile ezilir ve bir yemek kaşığı bal ile karıştırılır. Maske yüze sürülür ve 10 dakika beklendikten sonra temizlenir.
· Yoğurt Maskesi:Süzme yoğurt ince bir tabaka halinde yüze sürülür. 15-20 dakika bekledikten sonra ılık su ile temizlenir.
· Salatalık ve Gliserin Maskesi:Salatalık rendelenip bir kahve kaşığı gliserin ile karıştırılır. Bir müddet bekledikten sonra çalkalayıp yüze sürülür. Bu maske her cilt tipine uygundur , fakat cildi kuru olanlar bu maskeyi gliserin miktarını arttırarak uygulayabilirler.
Solunumun görevi
Solunum Sistemi Soluduğumuz hava yoluyla, her tür çevresel etkiyle doğrudan ilişki kurmuş oluruz. Yaşamın soluğunu içimize çektiğimizde, bu havayı tüm insanlarla, yeryüzündeki tüm canlılarla paylaşmış oluruz. Solunum yoluyla, ağaçlarla ve denizlerle bütünleşiriz. Bir dakika boyunca 10-15 kere soluk alırız. Her gün binlerce balonu şişirebilecek kadar havayı kullanmamız gerekir. Böylece beden, yaşam kaynağı oksijeni havadan alır ve kanda oluşmuş olan karbondioksiti hava yoluyla dışarı atar. Soluduğumuz havanın yalnızca beşte biri oksijendir. Bedenimiz, yaşamını sürdürebilmek için bu elemente muhtaçtır, çünkü yaşam için zorunlu kimyasal enerjiyi ancak onun sayesinde sağlayabilir. Pek çok hücre, bir süre oksijensiz kalabilir, ama bazı hücrelerin oksijen gereksinimi süreklidir. Örneğin, beyin hücreleri oksijensiz kaldıkları birkaç dakika sonunda ölürler ve bu ölümün geriye dönüşü yoktur. Solunum ve dolaşım sistemleri, beden hücrelerinin oksijenle beslenmesinden sorumludurlar. Soluk alıp verme ritminin düzenlenmesi ise beyinde programlanır. Aldığımız her solukla, gerekli yaşam enerjisini içimize çekeriz. Bu nedenle, gaz değiş tokuşunun engellenmesine yol açan solunum problemleri, bedensel canlılığın azalmasına, metabolizma sorunlarının artmasına ve dokuların yıkımına yol açar. Solunum sisteminin işlevi ve oluşum biçimi, uyum ve bütünlüğün karmaşık, ama güzel bir örneğini oluşturur. Solunum hastalıklarına karşı önlemler Yalnızca beslenmemiz değil, solumamız da bizi biçimlendirir. Solunum yalnızca başka organları ve sistemleri etkilemekle kalmaz, hastalıklara da yol açabilir. Beden bir bütün olduğuna göre, bu etkileşimin ters yönde gerçekleşmesi de olasıdır. Akciğer tedavisinde, dolaşım sisteminin durumu da göz önünde bulundurulmalıdır. Kalp ve dolaşım sistemi hakkında öğrendiklerimiz, akciğerler için de önemlidir. Bu doğrultuda, sindirim sisteminin ve özellikle dışkılama organlarının durumuyla da ilgilenmek gerekir; çünkü akciğerler, bağırsakların, böbreklerin ve derinin görevini, yani bedende oluşan atıkların dışkılaşma görevini paylaşır. Bu organlardan herhangi birinde bir problem oluştuğunda, beden, öteki organlara daha fazla görev yükleyerek, dengeyi sağlamaya çalışır. Ama, atıkların dışkılaşmasında akciğerlerin rolü sınırlıdır. Örneğin, bağırsaklardaki bir tıkanıklığa akciğerler çözüm üretemez. Doku ortamı sürekli olarak oksijenle beslendiğinde, pek çok hastalıklı doku değişiklikleri önlenmiş olur. Kan dolaşımı yoluyla dokulara taşınan oksijenin miktarı ise, öncelikle solumaya bağlıdır. Değinilen konulara bakıldığında, bu sistem için öngörülecek olan önlemlerin, öncelikle düzenli beden hareketleri yapmak ve doğru solumak olduğu görülür. Solumak, farkına varılmadan gerçekleşen bir işlevdir, ama doğru ve bilinçli solunumun değeri anlatılmakla bitmez. Tüm hastalıklarda olduğu gibi, burada da geçerli olan başlıca kural şudur: En etkili önlem, doğru yaşam biçimidir. Beslenme, hareketlilik ve yaşam kalitesi, akciğerlerin sağlığını büyük ölçüde etkiler
Duyu Organı
Dışarıdan gelen uyartıları alarak,bu uyartılara cevap veren organlara duyu organları
adı verilir.Göz,kulak,burun,dil ve deri olmak üzere beş tane duyu organımız vardır.
1. GÖZ
Görme organımızdır.Dıştan içe doğru sert tabaka,damar tabaka ve ağ tabaka olmak üzere 3 kısımda incelenir.Gözü koruyan yapılar:
Kaşlar,göz kapakları,kirpikler,göz yaşı bezleri ve göz kaslarıdır.
Görüntü ağ tabakadaki sarı beneğe ters olarak düşürülür.Burada oluşturulan görsel algı,reseptör hücreler vasıtasıyla optik sinirlere aktarılır.Beyne iletilir.Beyin görüntüyü düzeltir.
2. KULAK
Kulak duyma ve denge sağlamamızda görevlidir.Dış kulak,orta kulak ve iç kulak olmak üzere 3 kısımda incelenir.Dış kulak yoluyla toplanan ses dalgaları kulak zarına çarparak, bu zarı titreştirir.Titreşimler çekiç,örs, üzengi kemikleriyle orta kulaktan iç kulağa iletilir. Salyangoz içindeki sıvıda dalgalar halinde ilerleyerek korti organındaki işitme hücrelerini uyarır. Uyartılar beyne iletilir.

3. BURUN
Koku alma organımızdır. Burun boşluğu sapan kemiği ile sağ ve sol bölmelere ayrılır. Her bölme de üst, orta ve alt bölmelere ayrılmıştır. Üst kısım, koku alma duyusunun geliştiği sarı bölgedir. Bu yapının tümünde makus ve titrek tüyler yer alır. Maddelere kokularını veren moleküller makus içinde çözünerek sarı bölgedeki sinirleri uyarır. Uyarının beyne iletilmesiyle koku algılanıyor.

4. DİL
Tat alma, çiğneme, yutma ve konuşmaya yardımcı organımız. Dilin üzeri çok katlı yassı Epitel doku ile örtülü. Epitel hücrelerinin arasında, üzerinde tat alma tomurcuklarının bulunduğu papilla yer alıyor. Tükürükte çözünen maddeler duyu hücrelerini uyarır. Bu uyartılar sinir hücreleriyle beyne iletilir ve tat alma gerçekleşir. Dilin uç kısmı tatlı, arka kısmı acıya, arka yanlar ekşidir.
KUSMA
3 Toksit Bakteriyel Besin Zehirlenmesi A.R Eley Bakteriyrel besin zehirlenmesi bağırsağa bulaşmasıyla başlar. (bölüm 2) . bunun sebebi besinlerde üretilen toksinlerin önceden bağırsağa nifız etmesidir (tablo 3.1) Bu bölümde toksin üretmekten sorumlu organizmaları örneğin staphylococcus aureus, clostridium botulinum, bacillus cereus ve diğer bağırsağa etki eden toksinleri mesela clostridium prefingens, B. cereus (ishal), enterogenic Esherichia coli (ETEC), ve enterohaemorrhagic Eschericha Coli (EHEC)(Tablo 3.2). Shigella,pleisiomonas ve aeromonas gibi arasırada olasa besin zehirlenmesiyle birleşerek toıksin üreten ve bölüm 4te tartışacağımız diğer bahkteriler. 3.1 STAPHYLOCOCCUS AUREUS 3.1.1 Patogenesis Besinle taşınan toksinlerin bakteriler tarasından bağırsağa salgılanmasıuyla Staphylococcal besin zehirlenmesi olur.Bunlar Staphylococcal entoksin ve 8 serolojik ayrı tür(A,B,C1,C2,C3,D,E ve F)bunlarda uzun zamandan beridir belirlenmişti.Entertoksin F toksinlerin şok toksin sendromlarının biyokimyasını gösterir.Toksit şok sendrom toksin1(TSST-1) aybaşı boyunca kullanılan tamponlarlaçok sık işbirliği yaparak toksin şok sendromunu üretir. Öncül patogenesis deneyimler bize Staphylococcal besin zehirlenmesinin cholera toksin gibi klasik bir entertoksin olmadığını göstermiştir.Ta ik bağırsak salgısıyla direk rol oynadığını bilene kadar.Toksinlerin hareketleri bağırsakta etkili olmasına rağmen stimulus kusma merkezine etki ederek beyin yoluyla vagus nörüne ve neurotoksinlere ulaşır. Besindeki bakterinin aktif büyümesi devam ettikçe toksin üretimi devam eder ve bu depolama denilen olay sık devam eder.Her toksin tek başına bir polypeptide zinciridir ki bu zincir 30 dakikanın özerindeki kaynamalara karşı birçok proteoytik enzimleri korur.Ama yinede bu sebzesel salgılar bazı durumlarda hayatta kalamazlar.Örneğin eğer toksin besinin içerisinde üreyebilirse pişirilme işleminden sonra bakteri ölse bile toksin faaliyetlerini eksiksiz sürdürebilir.Entertoksin türlerinden en çok tellaffuz edeleni(besin zehirlenmesinde)Staphylococcal entertoksin A(deniz) ki bu entertoksin yaklaşık %75ini kapsar organızmada SED de besin zehirlenmesinin 2. en önemli nedenidir.Öncül çalışmalar entertoksin türlerindeki bir birlikteliği besinler ve staphylococci(ör. insan derisi)ni kaynak göstermiştir.Her ne kadar birçok bulgu bu entertoksin üretildiğine dair SEA dan daha fazlaysa da kliniksel kanıtlar çok daha doğru orijinal düşüncelerden.Genellikle,yaklaşık olarak %15-20si staph. areusinsan vücuduna entertoksin olarak bulunur;bu da bize besin-ellemenin bulaşmaktaki önemini gösterir. 3.1.2 Kliniksel Makaleler ve Tahminler Bu tür besin zehirlenmeleri karakteristik bulantı,kusma,karın ağrısı ve halsızlıktır çok sık olarak ishal görülür ama az olarak görünmeyebilir.Zehirli besinin alınmasından yaklaşık olarak 1 ile 6 saat sonra kendisini gösterir.Ama bir çok hasta genelde 24 saat içerisinde tamamen toparlanır. Spesifik bir terapinin olmaması ve organizmanın yavaşlaması bize semptomların ciddi şekilde yeterli olduğunu ve %10un üstünde vakalar dışında hastahaneye gerek olmadığını gösterir. 3.1.3 Vaka ve epidemiology (Salgın Hastalık) Birleşik Amerikadaki ikinci en sık rastlanan besin zehirlenmesi vakası ve tutanaklara göre Macaristanda.İki ülkede de beslenme alışkanlıkları aynı gibi ve tabii ki salgın oranı da öyle.Bilinen yemeklerle ve birçok besin aracılığı ile Birleşik Devletlerdeki hastalığın salgın olduğu öne sürülüyor.Grafikler gösteriyor ki staph.aureus besin zehirlenmesine İngiltere ve Japonyada çok az rastlanılıyor.Her ne kadar bu oranların kaydedilmesi zor olsa da görüntü bu. Staph.aureus genellikle besinlere insan tarafından taşınıyor;yani bu insan eliyle veya çapraz contamination denilen(kaşık,bıçak,kürdan,cam,düğme)gibi durumlarda oluyor.Özellikle inek ve sığırlarda alınan günlük ürünlerde enfeksiyon bulaşabilir,%25 ile %50 oranında staph.aureus insanlardan besinlere bulaştırıl
NEFES DARLIGI
Sadece efor sırasında oluşabileceği gibi ağır vakalarda istitrat halinde bile olur.
A:solunum sistemi tümörleri F:ağır anemiler
B:astma bronchiale G:hipertiroad
C:bronşit H:zehirlenmeler
D:şişmanlık ve gebelik İ:psikolojik olaylar
ÖKSÜRÜK
1. BÖLÜM ÇOCUK SAĞLIĞI BEBEĞİN TEMEL GIDASI Anne Sütü: Bebeğin büyüme özelliklerine ve ihtiyaçlarına en uygun gıda anne sütüdür. Zaruri durumlar olmadıkça anne sütünden vazgeçilmemelidir. Bu konu üzerinde peygamberimiz hadisi şeriflerinde bebek anne sütünden mahrum edilmemeli, ondan daha hayırlı süt yoktur buyurmuşlardır. Anne Sütünün Oluşumu: Doğumdan sonra anne beyninde bulunan Hipofiz adlı salgı bezinden salgılanan prolakdin adlı maddenin uyarısıyla annenin memelerinde süt yapımı başlar. Bebeğin memeyi emmesi sırasında beyindeki merkezden oksitosin denilen hormonun salgılanmasıyla süt kanalları kasların kasılmasıyla kasılmasını sağlayarak sütün dışarı akmasını sağlar. Memeden geçen her 300 mililitre kandan 1 mililitre süt oluştuğu hesaplanmıştır. Anne Sütünün İçinde Neler bulunur: Anne sütünün içinde bebeğin ihtiyaçlarına cevap verebilecek oranda şeker, protein, yağ, madensel tuzlar ve vitamin bulunur. Anne sütünün faydaları sayısızdır. En belli başlıları ise kolay sindirilmesi, ishal, kabızlık, gaz sancısı gibi rahatsızlıklar daha az olur. Bebek hastalıklarından çocuk felci, solunum ve bağırsak hastalıkları daha az görülür. Anne sütünde demir, kalsiyum ve D vitamini bulunduğundan bebekte kansızlık ve kalsiyum eksikliğiyle ilgili kemik zayıflığı görülmez. Beynin gelişmesine lüzumlu olan yağ asidi anne sütünde daha fazla bulunur. Bebeğin anne sütüyle beslenmesi anne ile çocuk arasında psikolojik bir yakınlıkla manevi yönde de gıdasını alır. ÇOCUĞUN SÜTTEN KESİLMESİ Çocuğun sütten kesilmesi dinimizde Kuran-ı Kerimde Ahkaf ve Lokman surelerinde 30 ay ile iki yıl arasında belirlenmiştir. bakara suresinde iki yıl olarak hükme bağlanır. Anne ve babanın anlaşarak daha önce de sütten kesmeleri halinde sorumlulukları yoktur. Vaktinden önce bebeğin sütten kesilmesi çocukta uykusuzluk, heyecan, kızgınlık, iştahsızlık ve kusma gibi durumlar meydana getirebilir, çocuğa alıştırarak kademeli olarak sütten kesmelidir. Yolculuk, iş çıkarma, koruyucu aşı zamanlarında sütten kesmemelidir. Sütten kesilen çocuğun bir yıl içinde demir eksikliği olacağından ara sıra yağsız et, yeşil sebzeler verilmeli sağlık yiyeceklerden, pirinç; patates, meyve verilmeli, ayrıca bir yiyecek günlüğü tutmanın faydası vardır. ÇOCUĞUN SAĞLIĞI İÇİN YETERLİ UYKU ŞART Yeni doğan bebekler günün büyük bir kısmını uykuda geçirir. İlk iki ay süresince 16-18 saat uyurlar. Bazan uykusu geldiği halde huzursuzlaşır. Yemekten önce ağlarlar. Bunlar normal sayılmalıdır, fakat bir rahatsızlığı olup olmadığı araştırılmalıdır. Bezinin kirli olması, bir yerinin ağrıması, üşümek veya terlemek gibi rahatsızlığı varsa ortadan kaldırılmasıyla rahat ve normal olarak uyur. İlk aylarda gaz sıkıntıları olacağından kucağa alıp gaz sıkıntısından kurtarmalıdır. İyi bir uyku alışkanlığı kazandırmak için, belli saatlerde odasının havalandırılarak kendi kendine uyumaya alıştırılmalıdır. Çocuğun uykusunun sünnete göre tanziminde ise, çocuklar sabah namazında uyandırılmalı kerahat vakti çıkıncaya kadar uyku uyumalarına müsaade edilmemeli, yatsı namazına kadar yatırılmamalıdır. Çocuğunuz uykuya dalmakta zorluk çekiyorsa bunun sebepleri araştırılmalıdır. Çoğu zaman organik bir hastalığın belirtisi olabilir. Yeni doğan bebekler zamanının beşte dördünü uykuda geçirir. Uykusuzluğun başlıca sebepleri ateş, karın ağrısı, kulak ağrısı, açlık ve öksürük olabilir. Çoğu zaman azarlanan ve dövülen ailedeki kavgalara şahit olan çocuklar kolaylıkla uyuyamaz, uykusuzluk çocukta sert mizaç geliştirir. Uykusuzluğa karşı ebeveynlerin alabileceği tedbirler ise yatmadan önce çocuğa korkulu masallar anlatmamalı, uyku kaçıracak oyunlar oynamaması sağlanmalı, aile içi kavgalar çocuk önünde yapılmalıdır. Yatmadan önce bir bardak süt uyumasını sağlayabilecektir. ÇOCUKTA İŞTAHSIZLIK PROBLEMİ Çocuklarda iştahsızlık sebebi olarak ateşli hastalıklar sarılık, nezle, grip, sinir hastalıkları, düzensiz yemek, çocukta iştahsızlık yapabilir. Bu durumda sevdiği ve yenmesi kolay yemeklerle beslemeli, fazla ısrarcı olunmamalıdır.
SAÇ DÖKÜLMESİ
Deri ve Yapısı
Simge Demiral

DERİ

Dokunma duyusu organı olan deri vücudun üstünü kaplar. Doğal deliklerin içi, sindirim ve solunum organlarının iç ve dış yüzeyleri de mukoza denilen yalınkat bir deriyle kaplıdır Derinin üstünde kıllar ve gözenek adı verilen çok küçük delikler bulunur.

Derinin Yapısı

Deri üstderi ve altderi diye iki kısma ayrılır. Altderinin altında da derialtı dokusu denilen yağlı bir tabaka yer alır. Bu tabaka derinin kaslar ve kemikler üstünde kalmasını sağlar. Bundan yararlanılarak hayvanların derisi kolayca yüzülebilir.

Üstderi’nin kalınlığı bir milimetrenin onda biri kadardır. Üst kısmı cansız (boynuzsu tabaka), alt kısmı canlıdır. Üstteki ölü hücreler aşınıp döküldükçe alttan yeri doldurulur. Malpigi tabakası da denen canlı kısımda deriye rengini veren boya maddeleri bulunur.

Altderi esnek ve dirençlidir. Kılcal kan damarları, sinir uçları, kıl kökleri, ter ve yağ bezleri bu kısımda bulunur. Kıl’ın gövdesi cansız, fakat kökü canlıdır. Kıl günde ortalama 0,2 mm kadar uzar. Kan dolaşımı arttıkça kılın büyümesi de hızlanır. Kötü beslenme ve kötü kan dolaşımı kılların dökülmesine yol açar. Bazı hastalıklar da kılların dökülmesine sebep olur (kellik, saçkıran v.b.). Kılların beyazlaşması ise kıl soğanındaki boya maddelerini akyuvarların yok etmesinden ve mikroskopik hava kabarcıklarının kıla yerleşmesinden ileri gelir. Her kılın dibinde bir irkilme kası vardır. Soğuk ve korku gibi etkiler bu kasın kasılmasına ve kılın dikleşmesine sebep olur. Kılların dibinde bulunan salkım biçimindeki bir yağ bezi durmadan yağlı bir sıvı salgılar. Bu yağ deriyi ve kılları yağlayarak sudan korur.

Derinin Duyarlığı

Deri dokunma organıdır. Dokunma, basınç, sıcak, soğuk ve acıyı algılar. Altderide bulunan sinir uçlarına bağlı duyu cisimciklerinin kimi dokunmayı, kimi basıncı, kimi sıcağı, kimi soğuğu, kimi acıyı alır. Geniş yüzeyi ve büyük duyarlığıyla deri vücudumuzun dış etkilerden korunmasını sağlar.
SES KISIKLIĞI
ile iletişimi sağlayan ses ve konuşma insan yaşamı için çok önem taşıyan hususlardan biridir. Sesde değişiklik yaratan nedenler burun ve akciğer arasındaki solunum yolları patolojilerinde nörolojik veya psikolojik olabilir. Vokal kord lezyonlarında ilk belirti ses kısıklığıdır
Larinks; solunum, konuşma, yutma ve öksürük gibi fonksiyonlarda önemli rol oynayan bir organdır.

LARİNKS ANATOMİSİ

LARİNGEAL İSKELET
Laringeal iskelet bir kemik ve üçü çift, üçü de tek olmak üzere toplam dokuz kıkırdak oluşturur.

Hyoid Kemik
Hyoid kemik 3. servikal vertebra seviyesinde bulunan, U şeklinde ve 3. parçadan oluşan bir kemiktir.
Tiroid Kartilaj
Larinksin en büyük ve çıkıntılı kıkırdağı olan tiroid kartilaj, Larinksin ön ve yan duvarlarının büyük kısmını oluşturur.
Cricoid Kartilaj
Larinksin alt kısmındaki tek kıkırdaklardan biridir. Tam bir halka şeklindedir.
Epiglot
Bu kıkırdak her tarafı mukoza ile çevrili, ince lamina şeklinde bir kıkırdaktır.
Aritenoid Kartilaj
Orta hattın iki tarafında, larinksin arka kısmında ve cricoid kartilajın üzerindedir. Üçgen prizma şeklinde bir kıkırdaktır. Bu prizma tepesi yukarıda, tabanı aşağıda olacak şekilde durur. Tepesi corniculate kartilaj ile eklem yapar. Tabanının ön köşesine processus vocalis denir ve buraya ligamentum vocale tutunur.
Cuneiform Kartilaj
(Wrisberg Kıkırdağı)
Ariepiglottik fold içerisinde bulunurlar. Farklı büyüklükte olabilen bu kıkırdaklar bazen bulunmazlar.

LARİNKSİN EKLEMLERİ
Larinsin kıkırdakları arasında fonksiyonel yönden önemli olan krikotiroid ve krikoaritenoid eklemler bulunmaktadır.
Krikotiroid Eklem
Tiroid kıkırdağın inferior kornusu ile krikoidin posteromedial parçası arasındaki küçük bir eklemdir. Eklem kapsülle çevrilidir. Eklem kapsülü sinovyal zar ile örtülüdür. Eklem çoğunlukla iki tarafta asimetriktir ve öne ve arkaya harekete izin verir.
TERLEME
KONUTLARDA ENERJİ EKONOMİSİ Konutlarda enerji ekonomisinin başlıca yolu ısı yalıtımından geçmektedir. Isı yalıtımı, kullanılan enerjiden tasarruf sağlanması nedeniyle bir parasal tasarruf ortaya çıkartmaktadır. Isı yalıtımıyla ortaya çıkan diğer bir sonuç, daha az yakıt ve daha az baca gazı nedeniyle çevre kirliliğini azaltıcı yönündeki etkisidir. Bu bölümde, binanın; yapısını, konumunu ve kullanım amacını belirleyen unsurları, binalarda ısı yalıtımını, bina elemanlarında yalıtım uygulamaları, ısı yalıtımının çevre kirliliğine etkisini, su buharı geçişi ve terlemenin kontrolünü, optimum yalıtım kalınlığının hesabına uygulamaları, binalarda projelendirme aşamasında alınabilecek enerji tasarrufu önlemlerini ve ekonomik analizi işlenecektir. 1.1. Isıl Konfor İnsanların çalışma verimlerini bulundukları ortamın sıcaklığı büyük oranda etkilemektedir. Çalışma ortamının ısıl şartları, insanların bedensel ve zihinsel üretim hızını etkilemektedir. Isıl konfor ve iç hava kalitesi, bireyin bir ortamdaki ısıl şartlar içinde kendisini rahat hissetmesi ve bu şartlardan doğan sağlık sorunları ile karşılaşmayacağı bir ortamın özellikleridir, insan sağlığı onun üretimini doğrudan etkileyen bir faktördür. Eğer insan bulunduğu ortamın sıcaklığı nedeniyle hasta oluyorsa ya işe gidemeyecek, işi tamamen aksayacak ya da işte bulunduğu ortamda daha verimsiz çalışacaktır. Çalışma veriminin sıcaklıkla değişimine ilişkin diyagram Şekil 3.1de verilmiştir. Benzer çalışmalar aktif iş, yavaş iş, kış giysisi hafif giysi gibi faktörler göz önüne i alınarak da yapılmıştır. Ortam sıcaklığı ve konforu iş yerlerindeki iş kazalarını bile etkilediği kaydedilmektedir (TOKSOY, M., 1995). İç hacimlerin konfor durumunun belirlenmesinde, iç hacim hava sıcaklığı, iç bağıl nem, iç hacim hava hızı, malzemelerin ısı depo etme yeteneği ve iç yüzey uçaklıkları etkili olmaktadır, iç yüzey sıcaklığı konfor ortamının belirlenmesinde bir faktör olmaktadır, iç yüzey sıcaklıklarının konfor sıcaklıklarında olması yakıt tüketimini de azaltacaktır, iç yüzey sıcaklıklarının düşük olması hava akımlarını artıracağından, iç ortam sıcaklığı normal düzeyde olsa bile konforsuzluk ortaya çıkartacaktır. İç yüzey sıcaklığı aşağıda verilen ifadeden hesaplanabilmektedir: Şekil 1.1. Sıcaklığın Çalışma Verimine Etkisi (TOKSOY, M., 1995) (3.1) Denklem (3.1)deki sembollerin anlamları aşağıdaki gibidir: Tiy İç iç içayüzey sıcaklığı, Tiç iç ortam sıcaklığı, Tdış Dış ortam sıcaklığı, IsıLdış Dış ortamın ısı taşınım katsayısı, aortamın ısı taşınım katsayısı, geçirgenlik direnci. Isı geçirgenlik direnci 1/A olup, Denklem (2.2)de aşağıdaki gibi verilmiştir: Denklem (3.1) ve (2.2)den görüldüğü gibi iç yüzey sıcaklığı iç ve dış ortam hava sıcaklıklarına, iç ve dış yüzeyin ısı taşınım katsayılarına ve yapı malzemesinin ısı geçirgenlik direncine bağlı olmaktadır. İç yüzey sıcaklığının ortam sıcaklığına 2-3°C gibi yakın sıcaklık farklarında olmasının konfor hissi yarattığı belirtilmektedir. Çeşitli konfor durumları için iç ortam sıcaklığı ile iç yüzey sıcaklığı arasındaki ilişki Çizelge 3.1de görülmektedir. Çizelge 1. Çeşitli Konfor Durumları İçin İç Ortam ile İç Yüzey Sıcaklıkları Arasındaki Fark (PEHLEVAN, A., 1993) Ti - tiy °C Konfor Durumu 2 Çok konforlu 3 Konforlu 4 Az konforlu 6 Konforsuz 8.5 Soğuk 8.5 Çok soğuk İç yüzey sıcaklığının konfor şartlarında kalması için, Denklem (3.1), (2.2) ve, Çizelge (3.1) göz önüne alınarak dış duvar malzemesi ve kalınlığı tespit edilebilir. Konfor sıcaklığının sağlayacak ısı geçirgenlik direnci değerleri verilmiş duvar kullanıldığında konforlu bir ısınmanın yanı sıra yoğuşmaya da engel olunabilmektedir. Konfor ortamını sağlamada, odanın sıcaklık, nem ve hava hızı için aşağıdaki değerler verilmektedir: sıcaklık : 18-22°C nem : 35-70 % hava hızı : 25 m/sn Konforsuzluğa neden olacak hava hızları pencere ve kapıların yeterince sızdırmaz olmamasının yanışına, iç yüzey ve ortam sıcaklığı arasındaki farkta olabilir.
VİTAMİNLER
Vitamin A (beta-Karoten): deri,gözler ve kemikler için gereklidir. Antioksidandır . akciğer, mide,yemek borusu, gırtlak ve idrar kesesinde oluşabilecek tümörleri başlangıç aşamasında önler.
Vitamin B1 (Tiamin): sıcak, ışık, ve etkilenip zarar görür. Pişirilerek alındığında kayba uğrar. Doku oluşumu destekler. Glikozun yanmasının etkisinden dolayı enerji verir.
Eksikliğinde dişeti hastalıklarına, diş çürümelerine, yorgunluk, depresyon, kabızlık, ve beriberi hastalığına sebep olur. Çocukların büyüme ve gelişmeleri için ok gereklidir.
Vitamin B2(riboflovin): ışık ve ısıdan etkilenip zarar görür. Vitamin B6 işle birlikte kan hücrelerine etki ederler. Eksikliğinde deri hastalıklarına, göz hastalıklarına sinirsel bozukluklarına , büyüme bozukluklarına sebep olur.
Vitamin B3 (Niacin): metabolizmaya enerji sağlar ve metabolizmayı ayarlar. Derinin , kasların ve sinirlerin yenilenmesini destekler. Eksikliği çocukların büyümesine önler ve Pellegra hastalığına sebep olur.
İlk çalışmalarına 1952 yılında başlayan Dr Abram Hoffer M.D.,PH,D. Niacinin yüksek dozlarına uygulayarak bir çok şizofreni hastasını iyileştirebilmiştir.
Vitamin B6 (pyridoksin): ısı ve ışıktan etkilenir. B2 Vitamini ile birlikte çok önemli metabolizma işlevlerinde etkili olur. Sinir bozukluklarına (örneğin) vatan hasreti hastalıklarına ), kansızlığa, deri ve göz hastalıklarına iyi gelir.
Vitamin B12(cobalamin): ışık hava ve ısıdan etkilenir. Genel olarak ette bulunan bu vitamin çok az bitkide bulunur. Sinir hücrelerinin işlevi ve metabolizma için çok gerekli bir vitamindir. Kan hücrelerinin oluşmasını destekler. Eksikliği bir çok sinirsel rahatsızlığa ve kansızlığa sebep olur.
Vitamin C (Askorbikasit): ışık, ısı ve havada bozulur. A ve E vitaminleri ile birlikte çok güçlü bir antioksidan etkiye sahip olduğundan savunma sistemini kuvvetlendirir ve enfeksiyonlara karşı koyar. Dişler ve kemikler için çok gereklidir. Damar yapısında, zedelenme ve yaralanmalarda çok önemli rol oynar. Kanser yapısında etkisi olan Nitrosaminleri durdurarak kanseri engeller. Tüm vücudumuz için çok gerekli olan bu vitamini vücudumuz kendisi (hayvanlar kendileri üretebilirler) üretemediğinden mutlaka dışardan almak zorundayız. Eksikliğinde iskorbik hastalığı oluşur.
Vitamin E (Ttocopherol): A ve E vitaminleri ile birlikte hücreleri serbest radikallerden koruyan önemli bir antioksidandır. C vitamini ve karotenoidler, E vitamini ile birlikte yeteri kadar bulunurlarsa hücreleri hasar görmekten korurlar. Böylece büyük bir olasılıkla kanser oluşumuna da karşı koyalar. Eksikliği konsantrasyon gücünü kasları ve savunma sistemini zayıflatır. Böylece enfeksiyonlar, kanser gibi hastalıklar , romatizma , diyabet, damar sertliği ve inmeler oluşabilir. Kalp hastaları savunma sistemi zayıf olanların (en fazla 100 mg kadar yüksek dozlarda) kullanmaları faydalıdır.
Karotenoid: Serbest radikalleri etkisizleştiren önemli bir antioksidandır.
Karoten : A vitamini olarak da adlandırılan güçlü bir antioksidandır.
Beta-Karoten: vitamin A oluşumundan bir önceki basamakta yer alır. Vücudu korur. Hastalıkların iyileşmesini hızlandırır. Gözleri kuvvetlendirir.
Cholin : B kompleksi vitaminlerdir. Sinir sistemi ve beyin fonksiyonu için önemlidir. Bu yüzden Alzheimer hastalığına olumlu etkisi vardır. Karaciğer toksinlerden temizler. Sakinleştirici ve kolestrolu kontrol edici bir etkiye sahiptir.
B3, B5,, B6 ve B12 vitaminleri bazı minerallerle koordinasyon içinde çalışarak beyin fonksiyonlarına çok olumlu etki ederler.
MİNERALLER
Kalsiyum: kemiklerin ve dişlerin büyümeleri ve sağlam olmaları için gereklidir.
Krom : kan şekerini dengeler. Glikoz oluşum ve dönüşümüne yardımcı olur.
Bakır: Kanın oluşmasına yardımcı olur.
Demir : Vücudun enfeksiyonlara direncini arttırır. Kırmızı kan hücrelerine oksijen taşır.
Magnezyum : Kemik yapımında rol oynar. Histadin adlı amino asidin, histamini şekerlenmesini önler. Histamin şiddetli kaşıntı gibi alerjik reaksiyonlara sebep olur. Ancak histaminin şekerlenmesine engel olan kaşıntı durdurucu anti alerjik bir rol oynar.
Mangan : Kasları ve sinir sistemini besler eksikliği kansızlığa, ostropoza, cinsel organlarda işlevler bozukluklara ve büyüme bozukluklarına sebep olur.
Fosfor: Diş ve kemik büyümesinde etkilidir. Enerji metabolizmasında da rol oynar.
Potasyum : Hücre içerine madde giriş çıkışlarında ve hücre metabolizmasında rol oynar. Kaslara enerji sağlar.
Selenyum :Antioksidan enzimlerle birlikte olur ve onlar tarafından kullanılır.
Sodyum : Potasyumla birlikte vücut sıvılarını dengede tutar. Aminoasitlerin ve glikozu hücrelere taşır
Çinko : Savunma sistemini kuvvetlendirir. Büyümeye yardımcı olur.
Kaliyum : Sinir sisteminin işlevselliği ve asit dengelenmesi için önemlidir.Natrium ve Chlorid ile birlikte vücudun su depolayışını dengelerler. Eksikliği kas zayıflıklarına yada felçlere neden olurlar.
Klor : Mide asidinin oluşumunda etkilidir. Eksikliği kramplara,düşünce tembelliğine ve iştahsızlığa neden olur.
Natriyum : Kan basıncının düşmesini engeller. Yemek tuzu şeklindeki çok fazla alımı tansiyon yüksekliğine sebep olur.
Kaliyum sorbat: Bir çok enzimin işlevselliği için önemli ve gereklidir. Sinir ve kas hücrelerinin işlevler,ini düzenler.
ENZİMLER
Sindirim enzimleri vücut için gerekli olan kimyasal redikasyonların oluşmasına yardımcı olurlar. Gıdalarımız içinde yer alan proteinlerin aminoasitlere dönüştürülmesine ve daha sonra bu animoasitlerin vücut proteinine dönüştürülmesinde en büyük rolü sindirim enzimleri oynarlar.
Amylase : yağları ve şekerleri parçalayarak sindirime yardımcı olur.
Bradykininase : ağrı giderici ve iltihap giderici (antiinflammatör) etkiye sahiptir. Savunma sistemini uyarıcıdır.
Catalase : dokularda su toplanmasına engeller.
Cellulase: Selulozun sindirim,ine yardımcı olur.
Creatine phosphokinase : kaslarda enerji toplanması ile ilgilidir.
Lipase : Yağ parçalayıcı olarak sindirimde rol oynar.
Proteolytiase: Gıda parçalanmasına yardımcı olur.
Ve diğerleri Oxidase, Alimase, sgot, Transaminase, Lactic dehydrogenase, Nudeotidase. Spot Transaminase, spgt Transaminase.
MONO ve POLYSAKKARİDLER
Acemannan savunma sistemini harekete geçirmekte önemli bir rol oynar. O , tümör ve bakteri öldürücü beyaz kan hücrelerini uyarır ve bu hücrelerin çoğalmasını sağlar. Bu şekerler dışarıdan kullanıldıklarında cildin nemlendirilmesinde başlıca rol oynar. Mucopolysakkarinler normalinde 10 yaşımıza kadar vücudumuzda üretilirlerse de, 10 yaşından sonra vücut dışı kaynaklardan alınmaları savunma sistemimiz için gereklidir.
LİGNİN ve SAPONİNLER
Lignin : California’dan Elizabeth Burdick’e (biyokimyager) göre bitki tıpkı bir taşıyıcı kamyon gibi de görmemiz gerekiyor. Çünkü cilt sağlığı için gerekli olan suyu, aminoasitleri, vitaminleri. Minareleri ve enzimleri kamyona yükleyip cildin en alt tabakalarına taşır. İşte cildimizin sağlığına ulaşabilmesi için önemli olan bu taşıma, cildin derinliklerine hızla nüfus edebilme özelliklerinde bulunan Lignin maddesi sayesinde gerçekleşmektedir.
Sponin : temizleyici,antiseptik ve anti mikrobik özelliklere sahiptir.
ANTRAGİNONLAR
Antraginonlar ağrı dindirici ve müshil etkisine sahip özelliklerdedirler.
Antimikrobik özelliklere sahip olan antraginonlar sindirim sisteminin çalışmasına da yardımcı olurlar.
Aloin ve Emodin: Acı kesici ve ağrı dindirici- ayrıca antibakteriyel ve antiviral özellikler.
Barbolin ve İsobarbolin: Antibiyotik özellikleri ve ağrı kesici etki.
Anthranol, Anthracen ve Aloetic asit: Hiçbir toksin etkisi olmaksızın antibiyotik etkisi.
Aloe Emodin: Müshil etkisi.
Cinnamic asit: Anestezik etki- ölü dokunun çözülmesine yardımcı.
Chrysophanic asit: Mantar öldürücü etki.
Ethereal yağ: Teskin edici ve ağrı kesici.
Tesistannol: Bakteri öldürücü.
YAĞ ASİTLERİ
Yağ asitleri, gıdasal yağların yapı taşlarını oluştururlar. Kimyasal yapılarına göre vücutta çok değişik etkilere sahiptirler. Örneğin kolesterol düzeyine etki ederler.
Enerji taşıma görevlerinin dışında yağda çözünebilen (A-D-E-K) vitaminlerini vücuda yararlı hale getirirler.
Kollestrol: Önemli bir anti-inflamatör
Campesterol: Önemli bir anti-inflamatör
Beta-Sitosterıl: Önemli bir anti-inflamatör
SALİSİK ASİT
Salisik asit aspirinin sahip olduğu özelliklere benzer özerliklerdedir. Anti-inflamatör ve anti-bakteriyel özelliklerdedir.
AMİNO ASİTLER
Amino asitler tüm vücut işlevselliği için ciddi öneme sahiptirler. Onlar beyinin de işlevselliğini etkilediklerinden depresyon tedavisinde de kullanırlar.
Vücudumuz için gerekli olmasına rağmen vücudun kendi üretemediği 8 farklı amino asit vardır. İşte bu 8 amino asitin de 7 si bazı bitkilerde bulunmaktadır. Önce bu 7 amino asiti ele alalım.
Lysin: vitamin C ile birlikte oluşturdukları biyokimyasal L-Carnitin sayesinde kas dokusunun çok daha iyi oksijen almasını sağlar. Böylece kasların yorulmasını geciktirir. Büyümeye yardımcı olur. Hormon ve enzimlerin üretilmesini destekler. İktidarsızlık problemlerinin çözülmesine yardımcı olur. Konsantrasyon gücünü arttırır. Eksikliği protein sentezini yavaşlatarak kas ve dokulara zarar verir.
Methinoin
Valin: karaciğerde hiç işleme uğramadan kaslar tarafından alınır. Beynin işlevi için gerekli olan (trytoghan, phenylalin ve tyrosin) gibi maddelerin alımında rol oynar.
Threonin: karaciğerin yağ yapmasını engeller. Özellikle vejetaryenler de çok az bulunduğundan ek gıda maddeleri alınması gereklidir.
Leucin: Enerji kaynağı olarak kullanılır. Deri ve kemiklerin sağlıklarına kavuşmalarında etkilidir.
İsoleucin: Kaslar için enerji kaynağıdır. Hemoglobinin oluşumunda rol oynar.
Phenylalanin: Açlık hissi azaltır. Cinsel isteği arttırır. Depresyonu azaltır ve beyin işlevlerini daha iyileştirir.
SOLUNUM SİSTEMİ HASTALIKLARI
Solunum olayı dört aşamada gerçekleşir:
1-Atmosfer ile (solunum sisteminde havanın ulaşabildiği en son nokta) arasında havanın içe ve dışa akımı,
2-Kan arasında oksijen ve karbondioksit nakli,
3-kanda ve doku sıvılardaki oksijen ve karbondioksitin hücreler içine ve dışına taşınması,
4-Tüm bu işlemler ve solunumun diğer basamaklarının regülasyonu,
Akciğer genişlemesi ve daralmasında iki etken vardır;
1-Diyafram kasının kasılması ve gevşemesi ile göğüs kafesi hacminin arttırması ve azaltması,
2-Kaburgaların yükselmesi ve alçalmasıyla göğüs ön-arka çapının azalması ve çoğalması,
Sağlıklı erişkin bir erkek bir dakikada yaklaşık on iki defa nefes alır ve her defasında yaklaşık 500 cc hava solunum sistemine girer.Akciğerlerde kanın oksijenle teması aralıksız olarak sürer.Nefes verilen dönemde bile akciğerlerde bir miktar hava kalır ve bu hava ile oksijenasyon işlemi sürdürürlür.
Solunum sistemi hastalıklarının birçoğunda dolaşım sistemi de bazı patolojiler gösterebilir.Bu yüzden bu tür hastalıklara yaklaşırken kardiyovasküler sorun bulunup bulunmadığının sorgulamasında büyük yarar bulunmaktadır.
HASTALIK
TANIMLAMA
AKAPNİ
Kanda karbondioksit bulunmaması durumudur.Bazen hipokapni olarak da adlandırılır.
ALLERJİ
Bir antijen ya da allerjen tarafından tetiklenen ve vücudun savunma sistemi tarafından geliştirilen bir reaksiyon. Normalde vücuda zarar verme ihtimali olan yabancı maddelere karşı otomatik olarak oluşan bir olaydır.Fakat bazı durumlarda çok ileri boyutlarda reaksiyon gelişebilir ve vücut için riskli tablolar ile karşımıza çıkabilir.Basit cilt döküntülerinden , nefes borusunun aniden tıkanmasına kadar çok farklı tablolar geliştirebilir.
ASTMA BROCHIALE
Duyarlığı artmış hava yollarının herhangi bir etken ile geçici olarak yaygın daralmasıdır.Nöbetler halinde nefes darlığı atakları olur.alerjik olabileceği gibi , yıllar önce geçirilmiş bir akciğer enfeksiyonuna bağlı olarak da gelişebilir.
BRONŞİT
Akciğer bronşlarında viral ya da bakteriyel enfeksiyon sonucu gelişir.öksürük temel bulgudur.
KOAH
Bir yıl içinde en az üç ay süre ile ve birbirini izleyen iki veya daha fazla yıl devam eden kronik bronşit , aşırı yapımının sebep olduğu öksürük ve balgam çıkartmak ile karakterizedir.
PNOMONİ
Enfeksiyonlar , kimyasal ajanlar , alerji gibi sebepler oluşur.Aniden başlayan titreme , üşüme ve yüksek ateş vardır.Bulantı , kusma , halsizlik , iştahsızlık görülebilir.
PULMONER EMBOLİ
Ani nefes darlığı ile baslar. Göğüs ağrısı, kan tükürme olabilir.Akciğerlere giden ana damarın pıhtı ya da başka bir nedenden dolayı aniden tıkanması söz konusudur.
TÜBERKÜLOZ
Mikobakteriyum Tüberkülozis adı verilen mikroorganizma tarafından oluşturulur. Buluşma solunum, sindirim ya da direkt yolla temas sonucu olur. Öksürük, gece terlemesi, orta derecede balgam, iştahsızlık, anemi görülebilir.
VEREM
Tüberküloz
Solunum sistemi hastalıklarında Aloe Vera’nın ve diğer doğal ürünlerin kullanımında her zaman akılda bulundurulması gereken belli başlı hususlar şunlardır;
1-Bu tür hastalıkların hemen hemen tamamı hücre yıkımı ya da hücrenin normal histolojik yapısında bozulma ile seyretmektedir. Bu yüzden tüm solunum sistemi hastalıklarında elma ya da böğürtlen gibi meyvalar ile desteklenmiş formunun kullanımının arttırılmasının faydalı olabileceği düşünülmektedir.
2-Solunum sistemi hastalıklarının çok büyük bir bölümü enfeksiyonlarla birlikte seyretmektedir.İnsan solunum sistemi , mikropların organizmaya girmesi için açık bir kapı pozisyonundadır.Bununla birlikte akciğerlerimizi oluşturan doku , çok hassas olup , bu tür enfeksiyonlardan çok çabuk etkilenebilmektedir.Bademcikler ise , bir tür baraj gibi , mikropların aşağı solunum yollarına inmesini engelleyen bariyer görevini üstlenmişlerdir. Böyle bir anatomik yapılanmada, enfeksiyonla seyreden solunum yolları hastalıklarında doğal antibiyotiklerin kullanımı etkili olabilmektedir. Bu kapsamda sarımsak ya da arı propolisi en önemli maddeler olma özelliğini göstermektedirler.
3-Solunum yollarının en önemli enfeksiyöz hastalıklarından birisi de Tüberkülozdur.Halk arasında “verem” ya da “ince hastalık” olarak tanınan Tüberküloz , yüzyıllar boyu toplum sağlığını tehdit eden çok önemli bir hastalık olma özelliğini göstermiştir.
4-Solunum yollarının bir diğer önemli hastalık grubunu da alerjik hastalıklar oluşturmaktadır.Alerjiye neden olan ve organizma tarafından salgılanan “histamin”adındaki madde üzerinde etkisinin bulunduğu bilim çevrelerince bilinmektedir.Buna ek olarak arı poleninin kullanımı ile e bu tür alerjik hastalıklarda olumlu sonuçlar elde edilebilmektedir.
5-Solunum sistemi “serbest radikal” olarak bilinen ve insan vücuduna dış ortamdan giren ve zarar veren maddelerden de fazlasıyla etkilenmektedir.Serbest radikallerle mücadele en önemli maddelerin başında da C vitamini gelmektedir.Bu tür şikayeti bulunan ya da risk altındaki kişilere C vitamini takviyesi ileri dönemlerde ortaya çıkma ihtimali bulunan hastalıklara karşı korunmak anlamında etkili olabilir.
6-Tümörel oluşumunlarda ise , mümkün olduğu kadar yüksek konsantrasyonda , istenen sonucun elde edilmesi için etkili olabilecektir.
ÜRÜNER SİSTEM HASTALIKLARI
Böbrekler iki büyük görev yaparlar;
1-Vücutta metabolizma sonucu oluşan son ürünlerin atılmasını sağlarlar.
2-Vücut sıvılarının dengesini ve yoğunluklarını kontrol ederler.
Her iki böbrekte yaklaşık 2.400.000 nefron adı verilen ve her biri kendi başına idarar üretebilme yeteneğine sahip fonksiyonel birim bulunmaktadır. Nefron , esas itibariyle sıvının süzüldüğü bir glomerül ve uzun bir tüpten oluşur.Kanın glomerüllerden süzülmesini takiben açığa çıkan sıvı bu tüplerden geçerek idrar haline dönüşür.Daha sonra üreterler aracılığıyla mesanede biriken bu idrar uretra kanalıyla vücuttan atılır.70 kg’lık bir kimsede iki böbrekten geçen kan miktarı yaklaşık 1200 ml/dakikadır.Belli başlı üriner sistem hastalıkları ve bu hastalıkların karakteristik tanımlamaları şu şekildedir;
HASTALIK
TANIMLAMA
ASETONÜRİ
İdrarda aseton düzeyinin normalden fazla olması hali.Yağ oksidasyonunun tamamlanamaması sonucu görülür.
BÖBREK TAŞLARI(ürolitiasis)
Yerleşim yerine ve taşın kimyasal özelliklerine göre farklı gruplara ayrılırlar.Eğer taş belirli bir bölgede sabit duruyorsa ve hiç oynamıyorsa , sessiz kalır ve sancı yapmaz.Hareketli , küçük taşlar en fazla sancıya sebep olanlardır.Beslenme alışkanlıkları ve genetik faktörler söz konusudur.
BÖBREK YETMEZLİĞİ
Az ya da hiç idrar çıkartamama hastalığıdır.Kanama,ishal,kusma,yanık ve aşırı terleme gibi durumlarda böbreğe gelen kan miktarındaki azalmaya bağlı olarak gelişir.Böbreklerin yetersiz kalması ile kanda biriken zararlı maddelerin temizlenmesi için bu tip hastalar periyodik olarak diyaliz makinasına bağlanırlar.
DİYABETİK GLOMERÜLOSKLEROZ
Şeker hastalığının ilerlemesi ile oluşur.Şeker hastalığına bağlı ölümlerin yarısının sebebi bu hastalıktır.Sıklıkla hipertansiyon ile birlikte gelişir.
FANCONI HASTALIĞI
Genetik geçişi olan ve böbrek fonksiyonlarında bozulma ile ilerleyen bir hastalıktır.
GLOMERÜLONEFRİT
Her iki böbreğin glomerül denilen bölgelerini tutan kalıtsal olma ihtimali bulunan bir hastalıktır.kronik böbrek yetmezliğinin en sık rastlanan sebebidir.
GOODPASTURE HASTALIĞI
Hızla ilerleyen nefrit belirtileri ile beraber balgamdan kan gelmesi de vardır.Hastalık özellikle genç erkeklerde görülür.bağışıklık sistemini ilgilendiren bir hastalık olduğu düşülmektedir.
LUPUS NEFRİTİ
Sebebi tam olarak bilinmeyen bir bağışıklık sistemi hastalığıdır.Akciğer zarı kalp zarı,karın zarı ve derinin tutulumu söz konusudur.
PROSTAT ADENOMU
Erkeklerde 60 yaşından sonra %50 görülür.İyi huylu bir tümör vardır.İdrar akımının azalması , sık idrara çıkma , gece idrar yapma ihtiyacı , idrar yapma zamanının uzaması gözlenir.
ÜROLİTİASİS
Böbrek Taşları.
KALP DAMAR SİSTEMİ HASTALIKLARI
Hücreler canlılıklarını sürdürebilmek için çevreleri ile sürekli madde alış-verişi yapmak zorundadırlar.Bu alış-veriş genellikle diffüzyon işlemi ile gerçekleşir.Diffüzyon , madde taneciklerinin yüksek yoğunlukta bulundukları bir bölgeden düşük yoğunlukta olduklara bölgelere doğru yayılması demektir.Memelilerde, kan akımı ile oksijen (O2)ve besleyici maddeden zengin fakat karbondioksit(CO2)ve metabolizma artıkları yönünde n fakir kan , hücrelerin yakınına gelir ve diffüzyon olayı gerçekleşir.
Dolaşım sistemi kalp ve onunla kapalı bir devre yapan damarlardan kurulmuştur.kalp,sistemin pompasıdır.Damarlar ise pompanın attığı sıvının borularıdır.Kalpten çıkan kan ,arterler vasıtasıyla tüm vücuda dağılır.İlerlediği her bölgede çapı daha küçük olan damarlara transfer edilirler.sonunda arteriol denilen ve arter sisteminin en dar bölümünü oluşturan bölgelere gelirler.Buradan venüller aracılığıyla venöz sisteme geçerler ve gitgide genişleyen ven damarları ile kalbe geri dönerler.
Bu dolaşım sırasında akciğerde vücudun hayatiyeti için gerekli oksijeni alan kan , anteriollerden venüllere geçme aşamasında taşıdıkları oksijeni hücrelere verip , karbondioksiti hücrelerden alarak akciğere geri dönerler.
Yine aynı dolaşım sonucu , ince barsaklardan gerekli besin maddelerini alarak hücrelere götürülür ve artık maddeler karaciğer ve böbrekler aracılığıyla vücuttan uzaklaştırılırlar.
Kalpte ise dört bölüm bulunmaktadır.Bunlar,kanı akciğerler ile vücuda dağıtmak üzere bir düzen içerisinde çalışırlar,bu bölümlerin her birisi bir kapakçık aracılığı ile kanın iletilmesini sağlarlar.Kalbin kendisinin kan ihtiyacı ise koroner damar adı verilen ve kalbi çepeçevre saran bir ağ ile sağlanır.
En sık karşılaşılan kalp damar hastalıkları ve bu hastalıkların temel bulguları şunlardır;
HASTALIK
TANIMLAMA
ADAMS STOKES HASTALIĞI
Nabızın çok yavaşlaması ve zayıflaması , baş dönmesi , bayılma ve yüzeyel solunum ile kedisini belli eden bir hastalıktır.
AKUT PERİKARDİT
Kalbi çevreleyen zarda intihaplanma vardır.Öne doğru eğilmekle azalan şiddetle ağrı , ateş ve çarpıntı vardır.Nabız hızlı ve düzensizdir.
AKUT ROMATİZMAL ATEŞ
Nedeni kesin olarak bilinmeyen , subakut veya kronik seyirli sistemik bir hastalıktır.Kalp kapakçıklarında bozukluklara neden olabilir.A grubu beta emolitik streptokok denilen mikrobun neden olduğu bademcik enfeksiyonu , orta kulak iltihabı vs. sonrasında gelişir.
AORT ANEVRİZMASI
Aort üzerinde kireçlenmenin yoğun olduğu bölgelerde görülür.Aort duvarının sağlamlığını ve esnekliğini kaybetmesi,zayıflaması,incelmesi ve gelişmesi,ileri aşamalarda ise bu bölümün balon gibi şişmesi ile karakterizedir.
AORT DİSSEKSİYONU
Aortun duvar yapısının bozularak,içinde akmakta olan kanın Aort katmanları arasında zızmazı ve burada ilerliyerek kendisine gitgide büyüyen bir kese oluşturması durumudur.
AORT KOARKTASYONU
Aortada bir darlık sonucu vücüdün üst yarısında tansiyon yüksekliği ile seyreden,cocukluk ve genç erişkilik döneminde genellikle tanık olan bir hastalıktır.
ARTERIOSKLEROZ
Atardamarlarda lümen daralması , duvar kalınlaşması ve elastisite kaybının meydana getirdiği bir hastalıktır.
ATRİAL SEPTAL DEFEKT(ASD)
Kalbin kulakçıkları arasındaki bölmede açıklık vardır.Kan sol kulakçıktan sağ kulakçığa geçmektedir.Nefes darlığı , yorgunluk ,sık solunum enfeksiyonu olur.
BUERGER HASTALIĞI
Damarların içine hava girmesi durumu.Bu hava kan akımı ile sürüklenerek akciğer , beyin gibi hayati organlara gelirse ani ölüm , felç gibi tablolarla karşımıza çıkar
CAISSON HASTALIĞI
Damarların içine hava girmesi durumu.Bu hava kan akımı ile sürüklenerek akciğer , beyin gibi hayati organlara gelirse ani ölüm , felç gibi tablolarla karşımıza çıkar
CROCQ HASTALIĞI
Ellerde ve nadiren ayaklarda solukluk hissi , mavi renk ve terleme ile karakterli bir dolaşım sistemi hastalığıdır.
FALLOT TETRALOJİSİ
Birbirine bağlı dört farklı anatomik bozukluk vardır.Bu hastalıkla doğan bebeklerin çoğu mavi renktedir.Diğerlerinde ise 1 yaşından önce morarmalar görülür.
HİPERTANSİYON
Büyük tansiyonun 160 mmHg veya üzerinde ve/veya küçük tansiyonun 95 mmHg veya üzerinde olduğu durumlardır.böbrek hastalıkları , hormonal bozukluklar , enzim düzensizlikleri nürolojik hastalıklar veya bazı ilaçların kullanımı sonucu gelişebileceği gibi vakaların %95 kadarında sebebi anlaşılamamaktadır.
KALP KRİZİ
Bkz. Miyokard enfarktüsü
KALP YETMEZLİĞİ
Kalbin yeterli miktarda kanı pompalayamaması ve kanın yetersizlikten sorumlu bölümün gerisinde gölgelenmesi sonucu ortaya çıkar.Nefes darlığı,yorgunluk,kuvvetsizlik,bellek bozuklukları,baş ağrısı ve kötü rüyalar vardır.
MI
Bkz. Miyokard Enfarktüsü
MİYOKARD ENFARKTÜSÜ
Kalp kasının kanlamasını sağlayan koroner damarlardaki tıkanıklara bağlı olarak kan akımının yetersiz kalması sonucu oluşur.Kan akışının tamamen durmasından sonraki ilk 6 saatte hücreler ölmeye başlar.24 saat içerisinde ise kalıcı değişiklikler oluşur.
PATENT DUKTUS ARTERİOSUS(PDA)
Doğum öncesi dönemde fonksiyonel olan , doğumdan sonraki dönemde ise kapanan bir damar yapısının doğum sonrası da açık kalması söz konusudur.Çabuk yorulma ve nefes darlığı vardır.
PERİARTERİTİS NODOSA
Atardamar hastalığıdır.Daha çok orta yaş erkeklerde görülür.Küçük ve orta boy arterlerde nodül tarzında şişmeler vardır.Ateş , solukluk,yorgunluk,iştahsızlıkla başlar.
RAYNAUD HASTALIĞI
Atardamarlarda ve damarcıklarda kasılma sonucu doku beslenmesinin bozulması ile karakterli ,sebebi bilinmeyen bir hastalıktır.Genellikle soğuk havalarda ve stress altında olan kişilerde görülür.
TAŞİKARDİ
Kalp atım sayısının dakikada 100’den fazla olmasıdır.Kansızlık ,egzersiz,ateş,stress,tiroit bezinin fazla çalışması ve birçok kalp hastalığına bağlı olarak gelişebilir.Ateş en sık rastlanan sebeplerden birisidir.39 derecenin üzerinde her bir derecede ateş nabız sayısını dk’da ortalama 20 kadar artırır.
VARİS
Vücutta toplardamarların kanı kalbe döndürecek vasıflarını kaybetmiş olması halidir.Özellikle bacaklarda görülür.Kan yerçekiminin etkisi ile bacaklardan kalbe dönerken zorlanma olur.Ayaklarda ağırlık hissi,yorgunluk ile ortaya çıkar.Bacaklar gövdeden daha yukarıda tutulursa,hastanın şikayetleri geçer.
VENTRİKÜLER SEPTAL DEFEKT(VSD)
Kalbin karacıkları arasındaki bölmede açıklık vardır.Kan sol kulakçıktan sağ kulakçığa geçmektedir.Nefes darlığı ve çabuk yorulma vardır.
WOLF PARKİNSON WHİTE(WPW)
Kalbin elektrik ileti sisteminde meydana gelen aksama sonucu oluşur.
KALP DAMAR SİSTEMİ HASTALIKLARI
Kalp damar sistemi hastalıklarında ve diğer doğal ürünlerin kullanımında her zaman akılda bulundurulması gereken belli başlı hususlar şunlardır;
1-Dolaşım sisteminin bir pompa görevi gören kalp ve uçlara erişimi sağlayan damarlardan oluşmuş kapalı bir sistem olduğu göz önüne alınırsa, bu fonksiyonların zayıflaması ve durmasının hayati önem taşıdığı daha kolay anlaşılabilir.Bu nedenle kalp ve dolaşım sistemi hastalıklarının kısa süreli bile olsa bu fonksiyonu bozmaması temel hedef olmalıdır.
2-Damarlarda tıkanıklıklara neden olan en önemli risk damar içinde oluşan yağlanma sonucu oluşan plakların zaman içinde büyümesi ve damar lümenini daraltması , sonuçta tamamen kapanmasına neden olmasıdır.Bu durumun oluşmasında en önemli faktör ise , kişinin kan dolaşımında bulunan yağ miktarının normalin üzerine çıkmasıdır.Laboratuar olarak kolesterol ve lipit düzeyleri yüksek olan kişiler en büyük risk grubunu oluşturmaktadır.
Yapılan çalışmalar tabiatta doğal olarak bulunan omega yağ asitlerinin kolesterol ve lipit düzeylerini düşürmek konusunda başarılı olduğu sonucunu ortaya koymuştur.En zengin omega kaynakları ise başta balık olmak üzere ,fındık ve cevizdir.Ancak balıklar üzerinde yapılan çalışmalar da elde edilen sonuç ise, derin deniz balıklarının en yüksek oranda omega içerdiğini ortaya koymuştur.Sonuçta bu tür hastalara omega içeren ürünlerin tavsiye edilmesi uygun görülmektedir.
3-Bir diğer önemli kalp damar hastalığı ise “HİPERTANSİYON” olarak bilinen damar içi basıncın normalin üstüne çıkması tablosudur.Hipertansiyonun %95 sebebi tespit edilememektedir.Dolayısıyla bu tür hastalarda sebep ne olursa olsun ilk hedef damar içi basıncı düşürmek , yani “HİPERTANSİYON” tablosunu ortadan kaldırmaktır.
Bu konuda en önemli faktörlerden birisi uygulaması olarak bilinmektedir.Endotel hücrelerini yenilemesi ve fonksiyon göremeyen hücrelerin yerine fonksiyonel hücrelerin oluşturulması şeklinde etki göstermektedir.Böylece oluşan hücrelerin esneme kapasitesi daha yüksek olmakta ve oluşmuş yüksek basıncı esneyerek tolere edebilir gelişimini sağlamaktadır.Bununla birlikte en önemli tansiyon düşürücü etkenlerden birisinin sarımsak olduğu bilinen bir gerçektir.Bu tür hastalara sarımsak içeren ürünlerin tavsiyesi uygun görülmektedir.
4-Stress gibi psikolojik bozukluklara bağlı olarak ortaya çıkan dolaşım sistemi hastalıklarında ise , bitkisel çayların kullanımının yararlı belirtilmekte ve önerilmektedir.
5-Kalp dolaşım sistemi, “serbest radikal” olarak bilinen ve insan vücuduna dış ortamdan giren ve zarar veren maddelerden de fazlasıyla etkilenmektedir.Serbest radikallerle mücadelede en önemli maddelerin başında da C vitamini gelmektedir.bu tür şikayeti bulunan ya da risk altındaki kişilere C vitamini takviyesi ileri dönemlerde ortaya çıkma ihtimali bulunan hastalıklara karşı korunmak anlamında etkili olabilmektedir.
CİLT HASTALIKLARI
CİLDİN YAPISI
Konuya öncelikle cilt bakımımız ve cilt sağlığımızın korunması yaklaşımıyla bakmak gerekiyor.Bu anlamda cildimizin yapısının tanınması önem kazanıyor ve yine sloganımız “güzellik sağlıktan geçer”…Cildimizin Sağlığını Maksimum Koruyalım başlığı altında ayrıntılara bakınız lütfen…
Bunun en büyük sebebi , uzun yıllardır bu bitkinin nemlendirici etkisinin ve taşıyıcı özelliğinin biliniyor olmasıdır.Bu nedenlerle yıllardır kozmetik sanayiinde kullanılmaktadır;estetiysenler,derin dokulara ulaştırmak istedikleri aktif maddeleri .Bu açılardan değerlendirildiğinde,değişik cilt hastalıklarında kullanımında üzerinde durulması gereken noktalar şunlardır;
1- Pek çok cilt hastalığın temelinde diğer sistemlerden kaynaklanan patolojiler yer almaktadır.Dolayısı ile bu tür hasalıklarda sadece bölgesel uygulamalar yeterli olmamakta ,hastalığın oluşumuna neden olan faktörlerle de mücadele kaçınılmaz olmaktadır.Dolayısı ile bölgesel uygulamanın yanında , sistemik uygulamalarda da bulunulması gerekmektedir.Sistemik etkileri göz önünde alındığında , cilt hastalığı bulunan kişilerin ağız yoluyla .
2- Cildimiz epitel hücrelerinden oluşmaktadır.bu yapıda yer alan mikroskopik kanallar ise dış ortam ile iç ortam arsında bağlantı sağlamaktadır.Kanalcıklar aracılığı ile cilt altı dokularına iletilmesi optimum faydanın temini için büyük önem taşımaktadır.bu sebeple , özellikle mikropartikül spreyleme özellikle önerilmektedir.spreylemeyi takiben krem şeklinde uygulanması hem etkinin daha güçlü ve daha kısa zamanda oluşmasını sağlamakta, hem de kullanılan krem miktarını azaltmaktadır.
3- Cildimizin bir diğer önemli hastalık grubunu da alerjik hastalıklar oluşturmaktadır.Alerjiye neden olan ve organizma tarafından salgılanan “histamin” adındaki madde üzerinde etkisinin bulunduğu bilim çevrelerince bilinmektedir.Ek olarak arı poleninin kullanımı ile de bu tür alerjik hastalıklarda olumlu sonuçlar elde edilebilmektedir.
4- Sedef (psoriasis),ekzema gibi bazı cilt hastalıklarının oluşumunda , sentetik özellikler gösteren maddelerin cilt ile temasının önem taşıdığı ,bu temasın kesilmesi ile bu tip hastalıklarda gerileme olduğu bilinen bir gerçektir.Bu sebeple ,bu tür hastalıkları bulunan kişilerin günlük hijyen ve temizliklerinde doğal nitelikli ürünleri kullanmaları,sentetik özellik gösteren maddelerden uzak durmaları önerilmektedir.Bu kapsamda sabun ,şampuan,saç kremi,ve banyo jeli en önemli faktörlerdir.Aynı şekilde hastaların çamaşırlarının yıkanmasında kullanılan deterjanın da doğal nitelikli bir ürün olması önerilmektedir.
5- Yapılan çalışmalar , enfeksiyonla birlikte seyreden cilt hastalıklarında, ilave olarak , arı propolisinin kullanılmasının faydalı olacağı sonucunu ortaya koymaktadır.Bu kapsamda , hem lokal hem de sistemik propolis uygulaması faydalı sonuçlar verebilmektedir.
6- Peeling anlamında da olumlu etkileri gözlenebilmektedir.Bu tür ajanların jeli ile birlikte kullanımı sayesinde , dokuda yumuşama meydana gelmekte,sonuçta sorunsuz bir Peeling uygulaması gerçekleşebilmektedir.
7- Stress gibi psikolojik bozukluklara bağlı olarak ortaya çıkan cilt hastalıklarında ise elde edilen bitkisel çayların kullanımının yararlı olduğu belirtilmekte ve önerilmektedir.
8- Diğer cilt lezyonlarında bir diğer etkisi de skar dokusu oluşumuna engel olmasıdır.Her hangi bir sebeple deri deri bütünlüğünün bozulması ve yaralanma durumlarında , bazal hücreler 24-48 saat içerisinde travmaya uğrayan bölgenin epidermis tabakasına göç etmekte ve geçici bir “örtü” oluşturarak yaralı bölgeyi örtmektedirler.Bundan sonraki aşamada ise , bu bölgeyi dış etkenlere karşı korumak amacı ile keratenize bir doku oluşumu (skar dokusu) başlamaktadır.Bazal hücrelerin bölgelere göç etmesi ile birlikte yeni epidermisin oluşumunu tetiklemekte ve çok kısa sürede hücrelerin proliferasyonu ile yaralı bölgenin kapanmasını sağlamaktadır.Dolayısı ile skar dokunun oluşumu için gereken süre içerisinde normal epidermal yapı oluşmaktadır.Sistemik ve lokal uygulamalar önem taşımaktadır.
9- Güneş yanıkları ise koruyucu etkisi bulunmaktadır.Ancak bu koruma , diğer güneş kremleri gibi ,deri ile ultraviyole ışını arasında bir bariyer ya da koruyucu tabaka oluşmak şeklinde değildir.Güneş yanıkları, ultraviyole ışınlarının direkt etkisi ile oluşmakta,eğer cilt kuru ise çok daha kısa zamanda çok daha şiddetli yanıklarla karşımıza çıkmaktadır.İleri derece nemlendirici özelliği bulunması sebebi ile ,cildin kurumasına engel olmakta ,böylece güneş yanıklarına karşı cildi korumaktadır.
Chicago ve Detroit’te (University of Chicago Hospital , Wayne State University-Detroit) John P. Heggers Ph.D. ve Martin C. Robson MD tarafından gerçekleştirilen çalışmalarda ,içeren kremlerin termal yanıklarda kullanımı ile ,yanığın etkisinin ortadan kalktığı ve hasarlı derinin tekrar canlılık kazandığı gözlenmiştir.Dr. Heggers tarafından hazırlanan raporda,yanığa bağlı oluşan hasarın uniform olmadığı,hasarlı dokunun orta kesiminde ısının daha yüksek olmasına bağlı daha fazla zarar oluştuğu,bu bölgedeki proteinlerin kaogülasyonu ile deri dokusunun öldüğü,yaralı bölgenin merkezinden kenarlara doğru gidildikçe,hasarın azaldığı ancak 24-48saat içerisinde uygun bir yöntem kullanılarak tedavi gerçekleştirilmezse ,burada da deri dokusunun öleceği ve bu bölgeye prostaglandinler ile trombaksanların göç edeceği belirtilmektedir.Raporun sonuç bölümünde ise trombaksan oluşumuna engel olduğu ve doku iyileşmesini hızlandırdığından söz edilmektedir.
ÇALIŞMA RAPORU ÖZETİ:
Sedef hastalığında kullanımı ile ilgili yapılan bir çalışmanın özeti aşağıda yer almaktadır;
Bir çift kör ,plasebo kontrollü çalışmanın amacı ,Psoriasis Vulgaris hastalarının tedavisinde hidrofilik krem formunun klinik etkinlikve toleransının tespitine yöneliktir.60 adet (36 erkek/24 bayan;ortalama 25,6)hafif ve orta düzeyde kronik plak tip psoriasis’i bulunan ve PASI ( Psoriasis Area and Severity Index) değeri 4,8 ile 16,7(ortalama 9,3)olan hastalar rastlantısal yöntemle iki paralel gruba ayrıldı.Hastaların,hastalık öyküleri ortalama 8,5 yıl idi(1-21 yıl).Hastalar,kremlerini,evlerinde haftanın beş günü ,günde 3 kez,lezyonların üstünü kapatmamak şartıyla kendileri uyguladılar.Maksimum aktif tedavi süresi 4 hafta oldu.Hastalar,haftada bir kez kontrole alındılar ve lezyonlarında belirgin küçülme,eritemde azalma ile sonuçlanan deskuamasyon,infiltrasyon ve PASI değerinde azalma görülen hastalar iyileşmiş olarak değerlendirildi.Tedavi tüm hastalar tarafından iyi tolere edildi ,ilaca bağlı hiçbir olumsuz belirti gözlenmesi ve tedaviyi bırakan hasta olmadı.Çalışmanın sonucunda kullanan 30 hastadan 25 ‘inde iyileşme gözlendi(% 83,3).
GİRİŞ:
Psoriasis ,çok yaygın,enfeksiyöz olmayan,enflamatuar,iyi tanımlanmış,gümüş beyazı renkte eritömatöz plaklarla karakterize , çıkarılmaya çalışıldığında kanamaya meyilli(Auspitz bulgusu) bir cilt hastalığıdır.Hastalık tüm kütanöz dokuları tutabileceği gibi ,sıkılırsa diz ve dirsek ekstensör yüzleri ,kafa ve sakral bölgede görülür.Hastalığın oluşumu ;travma,Köbner fenomeni,stres ve genetik predispozisyona bağlı olabilir.Kadın ve erkeklerde eşit oranda görülmekle birlikte,beyaz ırkta daha yaygındır.En sık görüldüğü yaş grubu ise, 5-25 yaşları arasıdır.
Psoriasis’in etkin ve başarılı bir tedavi yöntemi bulunmamaktadır.Uygulanan tedaviler hem tam başarılı olmamakta hem de sıklıkla yan etkiler oluşmaktadır.Lokal ya da sistemik uygulanan tedaviler arasında ,coal tar,anthralin,calcipotriol,kortikosteroidler,foto-kemoterapi(Puva,uzun dalga boyundaki UV uygulaması),retinoidler,methotraksat ve hidroksiüre,siklosporin gibi diğer sitostatik ajanlar sayılabilir.
HASTALAR VE METOTLAR:
Seçilen 60 hastada teşhis,biyopsi ve klinik olarak karakteristik gümüş beyazı eritömatöz psöriatik plakların tespiti ile konmuştur.Testten önce , tüm hastalar rutin laboratuar analizlerinden (hematoloji,kan sayımı,idrar analizi,gebelik testi,kronik plak sayıları ve demografik özellikleri) geçirildiler.Testten önce ve sonra tüm hastalardaki birer lezyondan %1 Lidokain anestezisini takiben 6 mm ‘lik biyopsi örnekleri alındı ve hemotoksilen eozin ile boyandı.Son üç ay içerisinde sistemik steroid,sitotoksikler,beta bloker kullananlar ile ,ültraviyole ışınlaması uygulanan hastalar,epilepsi,farklı tipte psoriasis’i bulunanlar,hamile ve emzikli anneler çalışma kapsamı dışında tutuldular.
Hastaların test süresince suda yıkandığı zaman temizlenebilen pomat kullanmalarına izin verildi.Ekstresi,daha önce yapılan benzer çalışmalardaki şekilde hazırlandı ve mineral yağı ile hintyağının taşıyıcı olarak kullanıldığı hidrofilik krem içerisinde ağırlık olarak % 0,5 oranında ilave edildi.Karşılık gelen plasebo kremine.Preparatlar bir haftalık kullanım için hazırlandı ve hastalara nasıl uygulanacağı (lezyonların üstüne örtmeden ve gün ışığına çıkartmadan) anlatıldı.Çalışma 4 haftalık aktif tedavi ile sınırlandırıldı.İlk 16 hafta içerisinde hastalar haftalık kontrollerden geçirildiler,daha sonra,8 ay süreyle ayda bir kontrole alındılar.
SONUÇLAR:
Hastalar,genel anlamda uygulamayı iyi tolere ettiler ve çalışmayı yarıda bırakan hasta olmadı.Hastaların tamamı etkinlik çalışması için uygun konumlarını korudular.Tüm hastalar 4 hafta süren aktif tedavi planı içine alındılar.Bu süre içerisinde,eritemde gerileme ile devam eden deskuamasyonda belirgin azalma psöriatik lezyonların tamamen rezolüsyonu ya da gözle görülür gerileme olması ile sonuçlanan infiltrasyon bulguları kaydedildi.Teste alınmadan önceki hastalık süresi ortalama 8,5 yıl idi(1-21 yıl).4 haftalık aktif tedavinin sonunda , 27/60 (%45) hasta (18E / 9K ) ile psöriatik plakların %46.7 ‘sinde (356/762 ) iyileşme gözlendi.PASI değerindeki ortalama düşüş ise 9,3 ‘ten 2,2 ‘ye gerileme şeklinde gözlendi.
Yapılan uygulamada elde edilen başarı (25/30 , %83.3) , plasebo uygulamasından (2/30 , %6.6)çok daha iyiydi.Aktif gruptaki kronik plak iyileşme oranı da çok daha üstündü (328/396 , %82.8’e karşılık 28/366,%7.7).Tam kan sayımı idrar analizinin de dahil olduğu periyodik laboratuar test sonuçları normal limitler içinde kaldı.İyileşme gözlenen lezyonların patolojik incelenmesinde,epidermal akantosis,parakeratosis,papiller damar incelmesi ve enflamatuar infiltrasyonda azalma olduğu gözlendi.4 haftalık süre içerisinde , 60 denek 100’er gr’lık 245 tüp kullandılar.Hiçbir hastada ilaca bağlı lokal ya da sistemik bir yan etki gözlenmedi,hipersensitivite ya da dermatit olgusuna rastlanmadı.
TARTIŞMA:
Bu çalışmanın en önemli sonuçlarından birisi ,Psoriasis Vulgaris tanısı alan hastalarda ekstresinin %0,5 ‘lik kreminin psöriatik plakların gerilemesine ve hastaların iyileşmesine neden olduğunun tespit edilmiş olmasıdır.Hastalarda hiçbir olumsuz etki ya da yan etki gözlenmemiştir.Test süresinde denekler normal yaşantılarını sürdürmüşlerdir.
Psoriasis tedavisi ile ilgili yapılan bir başka çalışma (Lebwohl ve arkadaşları, 1995), hastaların %70’inin tedavide tropikal uygulamayı tercih ettiklerini göstermiştir.Bununla birlikte , günümüzde yaygın olarak uygulanan tedavi yöntemleri supresif etki göstermekte,hastanın genel durumunu etkilemektedir.Bu yöntemler arasında en sık kullanılanlar; Cyclosporin,calcipotriol,retinoids,dithranol,ve coal tar’dır.Cyclosporin,nötral bir siklik peptid özelliği göstermektedir ve hücrede immün cevabın baskılanması üzerinde etkilidir.Epidermal hücreler üzerindeki bu etkisi ile psoriasis hastalarında kullanılmaktadır.Ellis ve arkadaşlarının 1995’te yaptıkları bir çalışma , 4 ay boyunca3 mg/kg günlük doz Cyclosporin uygulamasının % 57 vakada psöriatik plakları gerilettiğini veya tamamen geçirdiğini ortaya koymuştuk.Ancak , psoriasis üzerinde bu kadar etkili olan Cyclosporin uygulamasının özellikle böbrek fonksiyonları üzerindeki olumsuz etkileri ,yüksek tansiyon ve nefrotoksisite yan etkilerinin bulunduğu da unutulmamalıdır(Koo 1995).
Calcitrol preparatları da hücre proliferasyonunu ve epidermisteki başklaşımları yavaşlatmaktadır.Smith ve arkadaşlarının 19988 yılında 17 denek üzerinde 6 hafta süren çalışmaları ve Perez ve arkadaşlarının 1995 yılındaki 4 çocuk üzerinde 8 haftalık uygulamaları , psoriasis vakalarında Calcitrol’un etkinliğini ortaya koymuştur,ancak bu madde de hiperkalsinüri ve hiperkalsemi yapma özelliklerini taşımaktadır.
Calcipotriol , calcitriol’ün bir sentetik analoğudur,ancak hiperkansinüri ya da hiperkalsemi riski bulunmamaktadır.Kragballe,1989 yılında,50 hasta da tropikal Calcipotriol uygulaması ile % 88 başarı elde etmiştir.Ancak 5 hastada fasial dermatit yan etkisi olmuş ve 4 vaka tedaviyi terk etmiştir.1994 yılında ise,Mozzanica,20 hasta üzerinde 6 hafta süreyle tropikal calcipotriol uygulamış ve % 85 ( 17/20 ) başarı elde etmiştir.2 vakada lokal yan etki gözlenmiştir.
Retinoid ise , A vitamininin bir derivesidir.Genellikle,kalın,hiperkeratotik psoriasis lezyonlarında kullanılmaktadır.Retinoid’e bağlı yan etkiler ise ;teratojenik özellik,pruritus,ciltte,dudaklarda ve vajende genel kuruluk ve kan lipitlerinde yükselmedir.
Dithranol (Anthranil ) , granülosit fonksiyonlarını ve DNA replikasyonunu inhibe etmektedir.İrritan bir madde olan Dithranol , normal deriyi boyama özelliği göstermektedir ve uygulaması tıbbi kontrol altında yapılmalıdır.Psoriasis’in topikal tedavisinde kullanılan bu yöntemler ile , bu çalışmada kullanılan yöntem karşılaştırıldığında ,4 hafta da başarılı sonuçlara ulaşılmasını sağladığı ve hiçbir yan etki oluşturmadığı sonuçları elde edilmektedir.
Psoriasis hastalığı,dermisteki keratinositlerin hiperproferasyonu sonucu oluşmaktadır.Yağ içermeyen bir madde olup, deri ve daha derin dokular tarafından absorbe edilebilmektedir.Yapısında ,antialerjik,antipruritik ,yara iyileştirici,antienflamatuar özellik gösteren aminoasitler bulunmaktadır.Bu çalışmanın sonuçları ekstresinin kapatıcı özellik göstermesi,deriyi nemlendirmesi ve yanı zamanda,epidermiste plak oluşumunu sağlayan hücrelerin proliferasyonunun inhibe edilmesi şeklinde etki yaptığı fikrini ortaya çıkartmaktadır.
Bu kapsamda muhtelif cilt hastalıkları ve tanımlamaları şu şekilde özetlenebilir;
HASTALIK
TANIMLAMA
AKANTOSİS
Deriyi oluşturan Epidermis tabakasının kalınlığının normalden daha fazla olması.hücre sayısının artması ya da hücrelerin normalden daha büyük yapıda olması durumudur.
AKNE
İltihapla karakterli folliküller.
AKNE VULGARİS
Yağ bezelerinin büyümesi hastalığıdır.Yağ bezeleri buluğa kadar çok az salgı yaparlar.Kadınlarda menopoz dönemine girince , erkeklerde biraz daha ileri yaşlarda azalmaya başlar.
ALBİNİZM
Deri ,saç ve gözlerde pigment eksikliği ile ortaya çıkan konjenital bir hastalıktır.Melanin pigmentinin oluşundaki metabolik bozukluğa bağlı olarak gelişir.
ALOPESİ
Saç dökülmesi durumudur.Kalıtsal olabileceği gibi ,sonradan da gelişebilir.Saçlı derinin tamamında olabileceği gibi daha lokalize yerleşimlide olabilir.Bazen saçlı deri dışında ,vücutta kıl dökülmesi ile de karşımıza çıkabilir.
BEHÇET HASTALIĞI
Gözde iridosiklit,genital ülserasyon ve ağızda aft ile karakterli bir hastalık.
CÜZZAM
Bkz. Lepra
EKZEMA
Sebebi tam olarak bilinmeyen bir cilt hastalığıdır.Ciltte yara oluşumu ile kendisini belli eder.
ERIZIPEL
Ağrı,yanma ve ateşle karakterize ,derinin beta hemolitik streptokok enfeksiyonudur.Genellikle burun ve yanak bölgesine yerleşir.
ERYTHEMA NODOSUM
Sebebi tam olarak bilinmemektedir.Bazı enfeksiyonlara bağlı olarak gelişir.İlaç hassasiyeti sonucu da oluşabilir.Lösemi ya da Ülseratif kolit sonrası da görülebilir.Bacakların ön yüzünde kırmızı nodüllerle karakterizedir.Birkaç hafta içerisinde kendiliğinden kaybolurlar.Kadınlarda erkeklere oranla daha sık görülür.
FRENGİ
Bkz. Sifiliz
HEPRES SİMPLEKS
Virütik bir enfeksiyon söz konusudur.enfeksiyonun iyileşmesi sonrası kişi taşıyıcı konumuna gelir.
HERPES ZOSTER
Virütik bir enfeksiyondur.İlk bulgular ağrı ve duyu bozukluğudur.Genellikle göğüs sinirlerinin tutulumu görülür.
LEPRA
Daha çok deri ve sinir sistemi tutan,nadiren göz,testis gibi organlara da yerleşebilen kronik bir enfeksiyon hastalığıdır.Kaş ve kirpiklerde dökülme ile kendisini gösterir.
LICHEN PLANUS
Simetrik dağılım gösteren ve genellikle el bilekleri,kalçalar,penis ve bacaklarda görülen bir hastalıktır.Asabi kişilerde yaygındır.T hücre aktivitesi alerjik kökenli olabileceğini düşündürmektedir.
LUPUS ERİTAMATODES DİSSEMİNATUS
Eklemleri ve deriyi tutar.Yorgunluk,iştahsızlık,düzensiz ateş yükselmeleri,adale ağrıları ile başlar.Yüz derisinde kelebek kanatlarını andırır görünüm vardır.
PSORİASİS
Sebebi bilinmeyen,nükslerle seyreden,ömür boyu süren bir cilt hastalığıdır.Genellikle bir stress olayıyla başlar.Üzeri sert kırmızı ya da beyaz yaralar şeklinde ortaya çıkar.En sık dirsek ve dizde görülmekle birlikte vücudun her yerinde yerleşebilir.
SEDEF HASTALIĞI
Psoriasis
SİFİLİZ
Cinsel ilişki ile bulaşan bir hastalıktır.Gebe kadından çocuğuna da enfeksiyon geçişi olur.
YILANCIK
Erizipel
ZONA
Herpes Zoster
KADIN DOĞUM HASTALIKLARI
Kadınlarda,erkeklerden farklı olarak her ay tekrarlanan bir hormonal değişim tablosu bulunmaktadır.Bu hormonal dalgalanmanın bir uzantısı olarak , her ay bir kez adet kanaması görülür.Normalde bu kanama 1-7 gün sürer ortalama 35 ml kan kaybı söz konusu olur.Gebelik ve doğum olayları da yine hormonal değişimlerin büyük rol oynadığı durumlardır.
Belli başlı jinekolojik hastalıklar aşağıda özetlenmiştir;
HASTALIK
TANIMLAMA
ABO HEMOLİTİK HASTALIĞI
Hamile kadınlarda anne ile fetus arasında kan uyuşmazlığı ile ortaya çıkan hastalıktır.Anneye yabancı A ya da B antijenini fetusun üretip anne kanına vermesi ile oluşan bir tablodur.
ADET KANAMA BOZUKLUKLARI
Disfonksiyonel Uterus kanamaları
DISFONKSIYONEL UTERUS KANAMALARI
Herhangi bir organik tabanlı hastalığa bağlı olmaksızın ortaya çıkan rahim kanamalarıdır.Ortaya çıkış biçimleri,süreleri,miktarları ve devamlılıkları açısından farklı gruplara ayrılırlar.
DÜŞÜK
20 haftadan daha düşük gebeliğin değişik nedenlerle sonlanması durumudur.Fetus genellikle 500 gramın altındadır.Fetus,yaşam için gereken gelişimi göstermemiştir. Düşük , kendiliğinden yada istemli olarak gerçekleşebilir.
GEBELİK
Erkekten gelen sperm ile kadından gelen yumurtanın birleşerek döllenmenin gerçekleşmesi ve bu döllenmiş yumurtanın rahim içine yerleşmesi ile başlayan dönemdir.
INFERTİLİTE
Bir yıl süresince doğum önleyici yöntemlerden herhangi birisini kullanmamasına ve normal bir cinsel ilişkiye rağmen döllenmenin herhangi bir sebepten ötürü oluşma ihtimalinin düşük olduğu durumlardır. Sterility ‘den farkı , döllenmenin bir takım müdahaleler ile gerçekleştirilme olasılığının bulunmasıdır. Anatomik ya da fizyolojik şartlara bağlı olarak gelişebilir. Kadınlarda döllenme olsa bile normal bir gebelik döneminin yaşanamaması ve doğumun gerçekleşememesine de aynı isim verilir. Sebep %40 erkekten kaynaklanır.
MENAPOZ
Kadınlarda 40 yaş dolaylarında overlerin çalışmalarının yavaşlaması ve sonuçta adetten kesilme ile oluşan tablodur.
PAGET HASTALIĞI
Genellikle yaşlı kadınlarda meme başı bölgesinde görülen bir kanser türüdür.
POLİKİSTİK OVER SENDROMU
Kadınlarda overlerin çok sayıda kist oluşumu nedeniyle büyümesi söz konusudur. Disfonksiyonel Uterus kanamaları,infertilite ve şişmanlık temel bulguları vardır.
Kadın Doğum Hastalıkları
1-Kadın doğum hastalıklarının büyük bir kısmı hormonal düzensizliklerle seyreden hastalıklardan oluşmaktadır. Bu kapsamda , hormonal ahenkin korunması bu tip hastalıklarda büyük önem taşımaktadır. Bitkisel çayların kullanımı bu tür hormonal bozukluklarda etkile olabilmektedir.
2-Rahim ağzı ve rahim dokusu ile ilgili hastalıklarda ise jelinin bulunduğu küvetlerde hastaların bekletilmesi sonucu hastalıklı bölgeye erişimi sağlanmakta,böylece şifai gücünün direkt olarak etkisi temin edilebilmektedir.
3-Gebelik ve loğusa döneminde kullanımında kaçınılması gerekmektedir. Bunun sebepleri daha önceki bölümlerde açıklanmıştır.
4-Toplumun en önemli sorunlarından biriside kısırlıktır(infertilite). Çocuk sahibi olmak istediği halde bu arzusuna kavuşamayan hastalarda kullanımına başlamadan önce,infertiliteye sebep olan temel patolojinin tespiti gerekmektedir. Temel de yatan bu sebep tespit edildikten sonra sebebe yönelik uygulamalar tercih edilmelidir.
ENDOKRİN METABOLİZMA HASTALIKLARI
İnsan vücudunun çeşitli fonksiyonları belli başlı iki kontrol sistemi ile düzenlenir. Bunlar sinir sistemi ve hormonal sistemdir. Genel olarak hormonal sistem,organizmanın belli başlı metabolizma fonksiyonlarını kontrol eder.Hormonal kimyasal bir madde olup organizma sıvıları içinde bir hücre veya bir hücre topluluğu tarafından salgılanır,organizmanın diğer hücreleri üzerinde fizyolojik bir kontrol uygular. Kimyasal yapı bakımından hormonlar,iki ana gruba ayrılırlar. Bunlardan birincisi proteinler ,protein türevleri veya aminoasitler ,ikincisi ise steroid yapıdaki hormonlardır.
Metabolizma ise ,hücrelerin yaşamasını sağlayan kimyasal olayları incelemektedir. Hücrelerdeki kimyasal reaksiyonların büyük bir oranı besinlerdeki enerjiyi hücrenin değişik fizyolojik sistemleri için kullanılabilir bir hale getirmek amacına yönelmiştir. Küçük moleküllerin daha büyük moleküllere dönüştüğü metabolik olaylara “anabolizma”,büyük moleküllerin daha küçük moleküllere dönüştüğü olaylara ise “katabolizma” denir. Hücrelerin sadece hayatiyetlerini sürdürebildikleri minimum metabolik düzeye ise “bazal metabolizma” denir.
Endokrin ve metabolizma hastalıkları,çok geniş bir yelpazede yer almaktadır. Ancak,toplumda en sık rastlanan hastalıklar ve bu hastalıkların genel tanımları şöyle özetlenebilir;
HASTALIK
TANIMLAMA
AKROMEGALİ
Kafa ve yüzde,ellerde,ayaklarda ve göğüs kafesinde anormal büyüme ile ortaya çıkan bir hastalıktır. Hipofiz bezinin ön bölümünde büyüme hormonunun çok fazla salgılanması sonucu oluşur. İleri aşamalarda Diyabetes Mellitus gelişme riski bulunmaktadır.
ALBİNİZM
Dermatoloji konu başlığı
ASETONEMİ
Kanda aseton düzeyinin yüksek olması halidir. İleri aşamalarda depresyon tablosu ile ortaya çıkar.
ASETONÜRİ
Üroloji konu başlığı
ASİDEMİ
Kanda hidrojen iyon konsantrasyonunun artması durumudur.PH değerinde düşme ile kendisini gösterir.
ASİDOZ
Vücut sıvılarında alkali maddelerin yoğunluğunun düşme,asit nitelikli maddelerin yoğunluğunda artma olması durumu. Vücut fonksiyonlarında bozulma ile kendisini gösterir. Bu bozulma özellikle Sinir Sisteminde önem taşımaktadır.
BASEDOW GRAVES HASTALIĞI
Tiroid bezinin bağışıklık sistemi ile ilgili iltihaplı hastalığıdır. Gözlerde aşırı derecede büyüme dışa doğru çıkma en önemli bulgudur.
CUSHING HASTALIĞI
Kortizon hormon salımının artması ile oluşan bir hormon hastalığıdır. Gövde de şişmanlama,ay dede yüzü ,akne,karın bölgesinde çizgi oluşumları,yüksek tansiyon ,psikiyatrik bozukluklar ile birlikte seyredebilirler.
DİABETES INSIPIDUS
Yalancı şeker olarak da bilinir. Çok fazla idrara çıkma,çok fazla su içme ile karakterlidir. İdrar dansitesi çok düşüktür.
DİABETES MELLİTUS
Normalde pankreas beta hücrelerinden salgılanan insülinin yokluğu,yetersizliği ya da etkisizliği sonucu gelişir.çok idrara çıkma,çok su içme ve çok yemek yeme ile kendini belli eder. Çocuklarda görülen ve kalıtsal olan tipi ile erişkin yaşta karşılaşan tipi arasında çok büyük farklılıklar bulunmaktadır.
FEOKROMASITOMA
Böbreküstü bezinin bir tümör hastalığıdır. Krizler halinde gelen hipertansiyon atakları vardır. Nöbetler esnasında baş ağrısı,heyecan,çarpıntı,terleme,ateş basması mevcuttur.
GUATR
Tiroid bezinin normalden daha büyük olması ile karakterli bir hastalıktır. Büyüme ,bezin fonksiyonlarında artma ya da azalma yapabilir. Genellikle iyod yetersizliğine bağlı olarak gelişir.
HAND SCHÜLLER CHRISITIAN
Lipid hücrelerinden kaynaklanan ve özellikle kafatasında kemik yıkılımı ile kendisini gösteren kolesterol ester kümelenmeleri ile karakterli hastalık
HASHIMATO TİROİDİTİ
Lenfosit hücrelerinin Tiroid bezini istilasıyla kendisini gösteren hastalıktır.
HİPERTİROİDİ
Tiroid hormonunun fazlalığına bağlı bir hastalık tablosudur. Çarpıntı,sinirlilik,sıcağa tahammülsüzlük,kilo kaybı,titreme,kas güçsüzlüğü,ishal olabilir. Basedow Graves tipi hipertiroidi de bağışıklık sistemi etkilenmektedir.
HİPOTİROİDİ
Tiroid hormonun yetersiz salgılanması sonucu gelişir. Halsizlik,hafıza kusurları,soğuğa tahammülsüzlük,kilo artışı,kabızlık,saç dökülmesi ve ses kalınlaşması belli başlı bulgulardır.
KRETENİZM
Hipertiroidinin doğumsal olanıdır. Bu hastalarda bebeklik çağında başlayan orantısız büyüme bulguları vardır.
MARIE HASTALIĞI
Akromegali.
YALANCI ŞEKER
Diyabetes Insipidus.
Endokrin Metabolizma Hastalıları
1-Hormonal hastalıklar içinde Diyabet en yaygın sorun olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu hastalık iki farklı form olarak gözlemlenebilmektedir.
“Tip 1 Diyabet”olarak adlandırılan çocukluk çağında başlayan ve genetik geçiş özelliği bulunan tipte,pankreastan insülin salımı hiç bulunmamaktadır. Bu tip şeker hastalığın temelinde genetik faktörler yatmasına bağlı olarak çok başarılı sonuçlar elde etmek şansı bulunmamaktadır. Bu tür hastalarda kullanımı ile ileri dönemlerde ortaya çıkma riski bulunan böbrek,göz ya da diğer organ tutulumlarını engellemek hedefenmelidir.
“Tip 2 Diyabet” olarak bilinen diğer tip şeker hastalığında ise pankreastan insülin salımı bulunmakla birlikte organizmanın ihtiyacını karşılamaktan uzak kalmaktadır. Daha çok hatalı beslenme sonucu ortaya çıkan bu tip şeker hastalığı,ileri yaşlarda oluşmakta,aşırı şeker,karbonhidrat,alkol tüketiminde bulunan kişilerde sıklıkla görülmektedir. Bu tip hastalarda kullanımı ile oldukça başarılı sonuçlar elde edilebilmektedir. Acı tadından dolayı şeker,meyve özleri ya da bal ile karıştırılarak kullanılan istenen sonuca ulaşmayı engellemekte,bilakis hastanın serum glükoz seviyelerinde yükselmeler olabilmektedir.
2-Tiroid bezinin bir hastalığı olan “guatr”da iki farklı görünüm ile karşımıza çıkmaktadır. Bunlardan birincisi “diffüz guatr” olarak adlandırılan Tiroid bezinin tamamında oluşan büyüme tablosudur. İkinci tip olan “nodüler guatr” ise,Tiroid bezi içinde farklı büyüklüklerde bir ya da birden çok kitlenin bulunduğu durumlardır. Her iki tip guatrda da başarılı sonuçlar alınabilmektedir. Ancak nodüler guatr durumunda başarıya ulaşmak için diffüz guatra göre daha uzun süre kullanım gerekmektedir.
3-Diğer hormonal hastalıklarda ise sebebe yönelik uygulamalarda bulunulması önerilmektedir.
Materyal Ve Metot
Yetişkin,erkek ICR farelerinde (20-30 g , her grupta 8 adet) diyabet oluşturmak için , intraperitoneal olarak 200 mg/kg streptozotosin uygulanmıştır. Toz halindeki streptozotosin %0,9 salin ile karıştırılmıştır. Kontrol grubundaki hayvanlara bu enjeksiyon yapılmamıştır. Beş gün sonra,kontrol grubu dışındaki her gruptan iki fare randomize yöntemle seçilmiş ve diyabet yönünden incelenmiştir. Hayvanların diyabetik olduklarının tespiti için kan şekeri değeri belirlenmiş ve not edilmiştir. Eter anestezisi altında,tüm farelerin birer tarafları tıraşlanmıştır. Her hayvanda bozuk para büyüklüğünde bir alan işaretlenmiş ve bu alanda subkütanöz olarak 0,2 cc %2 jelatin(%0,4 NaCI , %1 Etanol) uygulanmış,küçük birer bleb oluşturulmuştur. Bu enjeksiyonun hemen ardından 2,20 ve 100 mg/kg renklendirilmiş gibberellik asit A enjeksiyonu yapılmıştır. Gibberellin enjeksiyonu işaretlenmiş alanın dışına uygulanmıştır. Diyabetik ve nondiyabetik birer grup hayvana jelatin yerine salin enjeksiyonu yapıldı,bu hayvanlara da gibberellin uygulamasında bulunundu.
İkinci enjesiyondan 3 saat sonra hayvanlar öldürüldü. İşaretli bölgeden insizyonlar yapılarak subdermal doku çıkarıldı ve boyandı. İşaretli bölgelerdeki polimorfonükleer lökosit infiltrasyonunun tespiti için subdermal doku Wright boyası ile boyandı. Her numuneden randomize seçilmiş üç kesit ışık mikroskobunda incelendi. Polimorfonükleer lökosit hücre sayımları için ortalama ve standart hatalar hesaplandı.
NÖROLOJİ HASTALIKLARI
Sinir sistemi ,endokrin sistemin yanı sıra,vücudun kontrol fonksiyonlarının büyük bir bölümünü sağlar. Genel olarak sinir sistemi kas kasılması bazı iç salgı bezlerinin sekresyon temposu gibi vücudun hızlı aktivitelerini kontrol eder. Endokrin sinir bunun tersine başlıca vücudun metabolik fonksiyonlarını düzenler. Sinir sistemi sağladığı kontrol faaliyetlerinin büyük karmaşıklığı açısından benzersizdir. Kelimenin tam anlamıyla değişik duyu organlarından binlerce bilgi parçacığı alır ve sonra bütün bunları vücudun cevabını oluşturacak şekilde entegre eder. Sinir sisteminin merkezi beyin ve omuriliktir. Bunun dışında vücudun en uç noktalarına kadar ulaşan sinir sistemi ağı da bilgilerin merkeze iletilmesinde görev alırlar. Bilgi , merkezi oluşturan bölümlere kadar gelir,ancak bunlardan çok küçük bir bölümü doğrudan doğruya bir cevap uyandırır. Geriye kalanın büyük kısmı,ileride aktiviteyi kontrol etmek ve düşünme sürecinde kullanmak için depo edilir,saklanır. Bilgini saklanması “hafıza” olarak adlandırılan süreçtir.
Belli başlı nörolojik hastalıklar şöyle özetlenebilir;
HASTALIK
TANIMLAMA
ALZHEIMER HASTALIĞI
Genellikle 50 yaş altında görülen organik bir bunama türüdür. Gözlerde ve sinir sisteminde dejeneratif değişikliklerle ortaya çıkar
ARAN DUCHENME HASTALIĞI
Gitgide ilerleyen kas dokusu harabiyeti ile karakterize bir hastalıktır.
ELİLEPSİ
Nöbetler halinde gelen,beyin dokuda anormal elektrik deşarjından kaynaklanan bir hastalıktır. Hasta bayılma olmadan,hatta kendisi bile hissetmeden nöbet geçirebilir.
FASİYAL PARALİZİ
Soğuk ya da virüslere bağlı olarak gelişir. Hareket kaybı vardır. Yüz çizgileri silinmiş,dudak aşağı sarkmıştır. Hasta ıslık çalamaz.
FRÖCHLICH SENDROMU
Hipofiz bezinin bir tür tümörüdür. Genital fonksiyonlar geri kalmıştır. Orantısız cücelik vardır. Dystrophia adiposogenitalis adıyla da bilinir.
GUILLAIN BARRE HASTALIĞI
Virüsler tarafından oluştuğu tahmin edilen sinir sistemi ile ilgili bir hastalıktır. Dudaklarda uyuşma,adalelerde güçsüzlük vardır. Beyin omurilik sıvısında protein miktarı artmıştır.
KORE HASTALIĞI
Ani,amaçsız,düzensiz hareketler vardır. Adale kuvvetsizliği ve psikolojik kararsızlıklar eşlik eder. Yürüme ve el işlerinde güçsüzlük vardır.
MENIERE HASTALIĞI
Baş dönmesi,bulantı,kusma,kulak çınlaması ve ileri aşamalarda sağırlıkla seyreden bir hastalıktır. Hastalık nöbetler halinde ilerler. Nöbetler dakika ya da saatlerce sürebilir.
MİGREN
Şiddetli baş ağrısı nöbetleri ile karakterize bir hastalıktır. Tipik migren yarım baş ağrısı tarzında oluşur ve ağrının geleceğini,hasta önceden hissedebilir. Bulantı,kusma ve gözlerde kararma eşlik edebilir.
MOTOR NÖRON HASTALIĞI
İlerleyici kas dokusu harabiyeti ile kendisini belli eder. Kas dokusu hacminde azalma,uyuşmalar ile ilerler.
MULTİPL SKLEROZ
Virüs enfeksiyonları ya da bağışıklık sistemi bozuklukları sonucu geliştiği düşünülmektedir.20-40 yaşları arsında sıktır.
MYASTENİA GRAVİS
Kas zayıflığı ve yorgunlukla karakterizedir. Her iki cinste ve her yaşta olabilir. Hastalığın bağışıklık sistemi ile ilgisi olduğu düşünülmektedir.
NIEMAN PICK HASTALIĞI
Kalıtsal özelliği olan bir hastalıktır. Karaciğer,dalak,lenf düğümleri ve kemik iliğinde biyokimyasal değişiklikler vardır. İleri aşamalarda beyin dokusu tutulumu olabilir.
NÖROFİBROMATOSİS
Genetik olarak geçebilir. Tümör bulguları vardır. Klasik anlamda omurilik ve kafa çiftlerine yerleşir.kendisine has deri dökülmeleri vardır. Kanserleşme ihtimali vardır ve kanserleştiği takdirde sarkom olarak karşımıza çıkar.
PARKİNSON HASTALIĞI
Kaslarda genel sertlik,hareketlerde yavaşlama ve statik titreme ile karakterizedir. Hasta yürürken kollarını sallamadan ve öne doğru eğik pozisyonda yürür.yüz mimiksizdir. Konuşma patlayıcı tarzdadır,kelimeler seçilemez.
RECKLINGHAUSEN HASTALIĞI
Nörofibromatosis
TRİGEMİNAL NEVRALJİ
Kafadaki sinirlerle ilgili bir hastalıktır. Ani başlayan çok şiddetli ağrı ile karakterizedir. Ağrı ,yakıcı batıcı tarzdadır. Yüzün belli bölgelerine dokunmak,soğuk,çiğneme,yutkunma ağrıyı başlatabilir.
YÜZ FELCİ
Fasial Paralizi
KAN HASTALIKLARI
Kan ,damarlar içinde sürekli dolaşan sıvı bir ortamdır. Plazma olarak adlandırılan sıvı kısım ile onun içerisindeki süspansiyon halinde tutulan hücrelerden oluşur. Kan,hücre ve dokuların dış ortamla ve birbirleriyle bağlantısını sağlar. Kanın belli başlı fonksiyonları şunlardır;
1-Solunum;Akciğerlerden oksijen alıp,hücrelere getirmek ve buradaki karbondioksiti geri akciğerlere taşıma görevini kırmızı küreler(eritrosit) ve plazma yapar.
2-Beslenme;Sindirim kanallarından besin maddelerini alıp hücrelere ve karaciğere taşıma işi plazmanın görevidir.
3-Boşaltım;Üre,ürik asit ve kreatinin gibi metabolizma gibi atıklarının boşaltım organlarına taşınması işi,plazma tarafından gerçekleştirilir.
4-Su-elektrolit dengesi;Kan sindirim kanalı ve boşaltım organları ile yakın bağlantısı sayesinde ,doku ve hücrelerin su ve erimiş madde kapsamının tam bir denge halinde kalmasını sağlar.
5-Beden sıcaklığı;Metabolizmanın düzgün çalışabilmesi için tüm organların belirli bir ısıda korunmaları gerekmektedir.
6-Koruma;Kan,bedeni,zararlı varlık ve etkilere karşı koruyacak araçları bünyesinde bulundurur. Bunların dışında beyaz küreler(lökasit) gelir. Ayrıca plazmada bulunan antitoksinler,lizinler ve antikorlar da benzer fonksiyona sahiptir.
Kan üretim yeri iliği,dalak ve lenf bezlerinde üretilir. Dolayısı ile kan hastalıkları incelenirken bu organların fonksiyonları da göz önüne alınmalıdır.
KULAK , BURUN , BOĞAZ HASTALIKLARI
İşitme ve denge oranı kulak,üç bölümden oluşur; Dış kulak bölümünde kulak kepçesi ve dış kulak yolu vardır. Kulak zarı ile sonlanır. Orta kulakta işitmede önemli derecede rol oynayan üç kemik mevcuttur. Ayrıca solunum yolu ile arasında hava akımı sağlayan östaki borusu bulunur. İç kulak ise sesin sinirler tarafından algılanmasını sağlar. Ayrıca denge hissinin oluşunda etkili olan salyangoz cisimciği de burada yer alır.
Burunun en önemli fonksiyonu alınan ve verilen nefes havasının kontrolüdür. Koku duyusu burun tarafından alınarak beyindeki koku merkezine taşınır.
HASTALIK
BADEMCİK
ENFEKSİYONU
TANIMLAMA
Tonsilit
BURUN KANAMSI
Epistaksis
EPİSTAKSİS
Tek ya da iki taraflı burun kanamsıdır. Çok değişik hastalıklara bağlı olarak gelişebilir.
İŞİTME KAYIPLARI
İşitmede rol alan sinirlerden kaynaklanabilir. Ya da sesin iç kulağa ulaşmasına engel olan patolojiler neden olabilir.
MENİERE HASTALIĞI
Nöroloji konu başlığı
OTITIS MEDİA
Orta kulak boşluklarında bulunan iltihap reaksiyonudur. Hasta kendi sesini az ya da değişik duyduğunu belirtir. Sağırlık ilerlemiş vakalarda gözlenir.
RİNİT
Su gibi burun akıntısı vardır. Hapşırma, göz yaşarması eşlik eder.
SAĞIRLIK
İşitme kayıpları
SİNÜZİT
Yüz bölgesinde ağrı vardır. Ağrı sabah saatlerinde başlar. Başın öne doğru eğilmesiyle şiddetlenir. Geniz ya da burun akıntısı olabilir.
TONSİLLİT
Vücutta dış etkilere karşı savunma görevini sürdüren bademciklerin iltihaplanmasıdır. Öksürük ve ateş temel burgulardır. Bulantı, kusma ve ishal görülebilir.
TÜKRÜK BEZİ ENFEKSİYONLARI
En önemli tükürük bezleri parotis, submaksiller ve sublingual bezlerdir. En önemli enfeksiyonu ise kabakulaktır.
Kulak burun boğaz hastalıkları
Kulak burun boğaz hastalıklarının oluşumunda çok farklı sebepler yatmaktadır. Bitkisel ürünlerin kullanımı da aynı şekilde farklılıklar gösterebilmekte, beklenen faydanın temini için doğru ürünlerin seçimi önem taşımaktadır. Bu kapsamda lokal ürünleri, arı kovanı ürünleri ve besin tamamlayıcılar kullanımı gerekmektedir. Düzenli ve komplike kullanım diğer destekleyici tedaviler olduğu gibi son derece önemlidir.
GÖZ HASTLIKLARI
Göz,optik bakımından bir fotografmakinasınabenzer. Çünkü gözünde bir mercek sistemi,değişebilen bir apartur sistemi ve filme eşdeğer bir retinası vardır. Görme organının normal olarak,derinlik hissi diye bilinen,mesafeyi hissetmesi için üç büyük yol vardır.
1-Cisimlerin Nispi Büyüklükleri;Eğer bir şahıs,bir adamın 1,80 m boyunda olduğunu biliyorsa,bu adamı bir tek gözüyle dahi görse kendisi ile arasındaki mesafenin ne kadar olduğunu tahmin edebilir.
2-Hareket Eden Paralaks ile Mesafenin Saptanması;Eğer bir şahıs,gözleri hareketsiz olarak uzağa bakarsa ,hiçbir hareket eden cisimde yoksa mesafe algılayamaz. Fakat bu kişi başını bir taraftan diğer tarafa çevirirse uzaktaki cisimlerin görüntüleri dururken ona yakın olan cisimlerin görüntüleri retina üzerinde hızla hareket eder.
3-Stereopsis İle Mesafenin Saptanması;İki göz arasında yaklaşık 5 cm. mesafe bulunmaktadır. Dolayısı ile retina üzerindeki görüntü arasında farklılık bulunmaktadır.
Retina üzerine düşen görüntü,optik sinir aracılığı ile beyinde görme merkezine ulaşır ve burada elde edilen görüntüler ile ilgili değerlendirmeler yapılır.
HASTALIK
TANIMLAMA
GLOKOM
Göz içi basıncının yükselmesi ve buna bağlı fonksiyonel bozukluklarında doku tahribatının ortaya çıkması durumudur.
GÖZ TANSİYONU
Glokom
KONJONKTİVİT
Gözün konjonktiva tabakasının iltihaplanmasıdır. Sulanma ve kızarıklık ile başlar. Gözde batma,yabancı cisim hissi vardır.
PSİKİYATRİK RAHATSIZLIKLAR
Pisikiyatrik hastalıklar şu rahatsızlıkların biri ya da bir kaçı sonucunda gelişebilir;
1-Biyolojik fonksiyonlar,
2-Psikodinamik adaptasyon ,
3-Öğrenilmiş davranışlar,
4-Sosyal ve çevresel şartlar.
Psikiyatrik hastalıkların teşhisi ve tedavisi özel testler ve çoğu zaman uzun süre alan çalışmalardır. Kişinin şikayetlerinde organik bir temel tespit edilemediği pek çok durumda gerçek sorunun psikiyatrik olduğu kabul edilmektedir. Ancak yeni teşhis yöntemlerinin geliştirilmesi ve yeni laboratuar yöntemlerinin kullanıma girmesi ile birçok psikiyatrik hastalığın temelinde yatan organik bozukluklar tespit edilmektedir.
diyabet seker tedavisi tip 1 diyabet tedavisi seker ünsülin tedavisi tip 1 diyabet hastaligi diyabet hastalıgı tedavisi diyabet hastalıgı tip 2 seker tedavisi tip 2 seker hastaligi tip 2 diyabet tedavisi tip 2 diyabet hastaligi ünsülin tedavisi seker ünsülün hastaligi ünsülin seker tedavisi pankreas tedavisi pankreas hastaligi tedavisi pankreas kanser hastaligi pankreas kanser tedavisi pankreas hastaligi seker tedavisi seker hastalıgı tedavisi tip 1 seker hastalıgı tip 1 seker tedavisi

Ankara Istanbul Izmir Antalya Alanya Bodrum Kayseri Konya
Sivas Erzincan Erzurum Gaziantep Diyarbakır Mardin Siirt Hakkari
Trabzon Samsun Rize Ordu Adana Mersin Bursa Sakarya
Afyon Denizli Tokat Kastamonu Edirne Malatya Hatay Yozgat



Diyabet Haberleri













Önceki123456Sonraki

Geçmiş Yıllara Ait Haberler için Tıklayın

Son Dakika Haberleri


 
SİTEME HOŞ GELDİNİZ TEŞEKÜR EDERİM YÖNETİM BABACAN1717 ___________________________
Bugünkü Ziyaretçiler : 182
___________________________
Toplam Ziyaretçiler : 358122
___________________________
Bugünkü Tıklanma : 213
___________________________
Toplam Tıklanma : 960043
___________________________
Ip Adresiniz : 18.217.208.72
___________________________
Yaşadığınız Ülke : T.Cus
___________________________
Hangi Sayfadasın : DÄ°YABET (ÅžEKER HASTALIÄžI) ___________________________


Google Arama
Sitemde Arama
BABACAN17
 
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol